Düşünce Tarlası

30 Eylül 2008 Salı

İnsan Tabiatına Karşı Düzenleme


Düzenleme taraftarlarının en kasıtlı saptırmaları, toplumsal düzenin ancak yasama faaliyeti ile yürütülebileceğidir.

Düzenlemelere taraftar olanlar bu iddialarını hemen her zaman piyasalardaki krizlere dayandırmışlardır. Onlara göre insan doğası gereği vahşi ve yağmacı bir türdür. Dolayısıyla otoritenin emirleri olmaksızın her zaman kendi doğasına uymak eğilimindedir.

Her şeyden önce herhangi bir davranışı kötü örnekler üzerinden yargılamak hukuk mantığına aykırıdır. Çünkü bu mantığa göre her kötü davranış, yaygın bir kötülüğün delil olarak gösterilebilir. “Madem bir kişi kötü olabiliyor, herkes kötü olabilir, o halde insanların kötü olmalarını en baştan engellemeliyiz” mantığı doğuştan günah inancının bir yansıması gibidir.

Düzenlemeciler insan tabiatının kötü olduğu kabulüne yaslanırlar. Onlara göre rekabet yıkıcıdır ve yıkıcı olan işi yapan bir yaratığın da doğası gereği “iyi” olması düşünülemez.

Oysa Mises’te kristalleşen “işbirliği” anlayışıyla bilhassa Avusturya Okulu, insanların birbirilerini yok ederek değil, var ederek bir arada yaşamak iradesini yaygın olarak gösterdiğini ispatlamıştır. Zira mübadele karşılıklı var oluşlara saygı kabulü ile ancak mümkün olabilir. Ayakkabıcınızı öldürerek mallarını yağmalayabilirsiniz ama bu sizi bir ayakkabı üreticisinden mahrum edecektir. İnsanlar rekabet etmek için üretmez, üretimleri arasındaki farkları müşahade etmeleri ile rekabetin farkına varırlar. Eğer bu farklar olmasaydı yeni bir şey üretmek, “daha iyisi” için çalışmak tamamen anlamsız olurdu. Oysa önce insan emeğinin sonrasında da fikirlerinin üretim ve mübadeledeki değerlerinin daha iyi anlaşılması ile bunların dokunulmaz mülkiyet parçaları olduğu kabul edilmiş ve maddi medeniyetimiz bundan sonra çok daha hızlı şekilde gelişmiştir.

Soyutlukların mülkiyet koruması altına alınması, insan varlığın her yönünün değerli olduğunu kabul etmek demektir ki bu insan tabiatının kötü olduğu tezini yıkmaktadır. Nitekim ilkel topluluklarda dahi, savaşçı/avcı olmayanların, kendi bilgileri ile kabileye yararlı olduğu gerçeğinin anlaşılmış olması zaten “temel kötülük” tezini daha en başta yanlışlaşmaktadır. Dolayısıyla piyasa medeniyeti, karşılıklı yok etmek üzerine değil, var etmek temeli üzerine kurulmuştur. İnsanın hemcinsinin varlığını korumak güdüsü otoritenin emriyle değil de kendiliğinden var olduğu içindir ki düzenlemeciliğin felsefesi insana yabancıdır.

İnsan tabiatı icabı iyilik ve kötülüğü birer potansiyel olarak kendinde barındırabilen tek canlıdır. Kötülük ve iyilik ancak irade ile anlamlı kavramlardır. İrade sahibi olmayan canlıların kötülüklerinden bahsedemeyeceğimize göre insan olmanın anlamı, iyiliği ve kötülüğü tercih edebilmek imkânında yatmaktadır. İnsan yalnızca iyilik yapabildiği için insan değildir. Dolayısıyla herhangi bir otoritenin görevi, insan tabiatını “iyiliğe programlamak” değil, var oluşa aykırı “davranışları” cezalandırarak, var oluşu sağlayan davranışları teminat altına almaktır.

Sorun iyi ve kötünün nasıl tanımlanması gerektiğidir ki burada iyiyi tanımlamak yerine kötüyü tanımlamak daha genel geçer ve anlaşılırdır. İnsanların bir arada yaşamalarını sağlayan her düzenlilik iyi, bunu bozan her davranışsa “kötüdür”. Bu durumda bir arada yaşamanın temeli olan düzenlilikler gözlendiğinde bu düzenliliklerin, hayatın korunması, mülkiyetin dokulmazlığı ve hürriyetin tanınması kabullerine dayandığı görülecektir. İnsanların problemlerini çözerken yaygın olarak şiddetsizlik, dürüstlük ve rızaya dayanmaları sayesindedir ki neslimiz devam edebilmiştir. Bu üç “hakkın” veya “temel menfaatin” korunması yönündeki kendiliğinden oluşmuş mutabakat sayesinde “kötüyü” teşhis edebilmemiz mümkün olmuştur. “Kötü” bu temel menfaatlere karşı olan her davranış demektir. “Davranışın” Locke’tan beri gelen ve Mises’te doruğa ulaşan kavranışı da bize olumsuz sonuçları itibariyle hangi “davranışların” “suç”, hangilerinin “kabahat” olarak kabul edeceğimiz konusunda bizi aydınlatmaktadır. Var oluşun temellerine yönelik kasıtlı girişilen davranışları “suç” olarak nitelerken, sonuçları hakkında bilgisizliğimizin eseri olan olumsuz davranışlar “kabahat” olarak nitelenir.

(Kanunun doğası edilgendir)

Hem kötülüğün bu tanımı hem de insanlarda “potansiyel” olarak bulunmasından dolayı otoritenin kısıtlayıcılığı edilgen ve gecikmeli olmak zorundadır.

Otorite kısıtlayıcılığını, kendisi de “kötü tanımlamasıyla” ifade edilen sınırlandırılmış bir kapsamla gösterir. Eğer “kötü tanımı” bunun dışına taşırılırsa, davranışların var oluşa taraftar olup olmamasından ziyade otoriteye taraftar olup olmamasına bakmak icap edecektir ki bunun siyasi şekli en iyimser bakışla otoriterizm olabilir.Bunun yanı sıra bir potansiyel halindeki “kötülük” açığa çıkmadıkça cezalandırılamayacağı için adalet her zaman bir “gecikme” payı içerir. Mesele, kötülüğün hiç ortaya çıkmamasın sağlamak için “gecikmemek” değil, ortaya çıktıktan sonra gecikmeden cezalandırılmasıdır.

Bu açıdan bakıldığında, parasını riskli yatırımlara yönlendiren spekülatörlerle, müşterilerini yalan beyanla kandıran bir yatırımcının davranışını kabahat ve suç farkı ile yargılayamazsak yaptığımız iş sadece irade kullanımını engellemek olarak kalacaktır. Düzenlemecilerin düz mantığı, kavramlar arasındaki farkı gözetmeyen bir özensizlikle malûldur ki bu mantığın bürokrasiye egemen olması, hkuk devleti idealinin önündeki en büyük engeldir.

Son ekonomik krizde en çok söylenen “Engellenebilirdi…”cümlesinin temel yanlışları yukarıdaki kabullere aykırılığındadır. İnanların açgözlülükleriyle aldıkları riskleri, bir dolandırıcılıkla bir tutmak, suçla kabahati aynı kefeye koymak demektir. Krizin “engellenebileceğini” düşünmek, insanların daha en baştan kanaatkâr yapılabileceğini veya onların tercihlerinin basit kısıtlamalarla yönlendirilmesi ile krizlerin engellenebileceğini düşünmek demektir.

Oysa bu, her düzenlemenin, insanlar tarafından farklı bir şekilde anlaşılacağı ve bunun da hiç hesaplanamayan bambaşka tepkiler yol açabileceği gerçeğini görememek demektir. Söz gelimi ipotekli ev satışlarında ani bir faiz yükseltmesi ile talebin engellenmesinin inşaat sektöründe nasıl karşılanacağı, mevduat sahiplerinin bu faiz artışına nasıl tepki vereceği hiç göz önüne alınmadığında, devletin emirleri yoluyla krizin engellenebileceği fikri hemen herkese gayet kabul edilebilir görünmektedir. Oysa ne insanların açgözlülüğü, ne de sanıldığının aksine çoğu zaman akıldışı kalan ekonomik tercihleri bürokratik talimatların istediği tepkilerle değiştirilebilir .

Düzenlemecilere birer Tanrı olmadıklarını hatırlatmak belki kısa vadede faydasızdır ama hiçbir “iyilik” bir anda kavranamamıştır.

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home


 
http://images.google.com.tr/images?q=tbn:5_wY6NgTRp5imM:lvb.net/media/lvb2005/20050112-hayek.jpg