Düşünce Tarlası

4 Kasım 2008 Salı

Etnik Terörün Vicdani Sömürüsüne Reddiye

3H Hareketi adlı sitede de yayınlanan "Türkiye'de Liberaller Neden Yok" adlı yazıma gelen çok sayıda eleştirinin çoğununson derece önyargılı ve vicdani sınırları hiçe sayması beni ayrı bir yazı yazmaya yöneltti. Bu eleştiriler bir cevap yazmak gereği duydum, işte o cevap:



Yazının sitede yer almasına şaştım, ama teşekkür ederim. Zira etnik siyaseti eleştirmek artık daha en baştan “faşizm”, “ırkçılık” diye yaftalanır oldu.

Etnik siyasetin dayanaklarının sosyolojik ve hukuki olarak anlamlı olup olmadığını cesaretle sorgulamadıkça, gerçekten de sosyolojik ve tarihi olarak değiştirilemeyecek millet ve milliyet duygularına toslayıp dururuz.

Milliyetçiliği sürekli telin edenler, etnik siyasetin ham ırkçılık üzerine kurulduğunu neden görmezden geliyor anlayabilmiş değilim? Siyasi Kürtçü’ler ve onların taraftarları ağızlarını her açtıklarında Kürt varlığının farklılığının mutlaklığını vurgulamak için sürekli ırk vurgusu yaparlar. Bunu eleştiren kimseye henüz rastlayamadım.

Bunun yanında yazıda ırkçı veya faşist bir vurgu yok. Milletin ne olduğuna dair realitelerden hareketle oluşturulmuş bir tanım var. Bu tanım, ırka ( genetiğe), dine veya dile atıfta bulunmadan, milletin tarih içinde kendiliğinden oluşmuş bir HETEROJEN yapı olduğunu söylüyor. Ben bu tanımı bütün yazılarımda tekrarladım.

Bu tanımın önemi, milletin oluşumunda, birbiriyle bir arada yaşamak iradesini göstermiş kavimlerin, Nozick’in tekelci adalet ve emniyet sağlayıcısının oluşumuna benzer şekilde bir “işletme” seçtikleri, meydana getirdikleri ve tarih içinde de ortak bir kültürel paydada buluştuklarını söylemesi idi…

Bu tanımda iki önemli husus var:

1- “Toplumsalın” oluşumunda bilhassa Hayek’in büyük bir ferasetle ortaya koyduğu “kendiliğindenlik” kavramını göz önünden ayırmaması
2- “Adalet ve hukuk sağlayıcısı” tekel oluşumunun talep edilmesiyle heterojen yapıda “uyumun” sağlanmasına adım atılması…

Bu tanımın önemi nedir? Bu tanım, tekrar etmekte sayısız faydalar gördüğüm şekilde, millet denen aşılamaz ( ırki ve kültürel heterojentite açısından) sosyal realitenin “doğal” bir olgu olduğunu, bunun kendi başına kötü olmadığını, millete mensubiyet duygusunun da özünde kötü olmadığını anlatmasıydı.

Bu yazılar niye tepki aldı?

Çünkü kendi başına düşünmek bizim memleketimizde henüz hayal edilemeyen bir şey. Dolayısıyla herhangi bir gruptan bağımsız düşünebilmek imkânsız sayılıyor. Gene de 3H ve LDT gibi istisna sayılabilecek topluluklar özünde barışa, adalete ve hürriyete aykırı olmayan her görüşe sıcak bakarak bir açıdan bireyselliği koruyor. Ama bu arzulandığı kadar yaygın değil ve sanırım önümüzdeki bin yılda da yaygınlaşamayacak…

Bir başka nedeni de düşünce sahiplerinin titrleri, ünvanlarının düşüncelerinden daha öne çıkması. Ünvanınız, titriniz yoksa bu memlekette “yok sayılıyorsunuz”. Dünyanın en büyük keşfini veya icadını da yapsanız en azından akademisyen , “yazar” vs değilseniz, beş para etmez bir vatandaş olarak değerlendiriliyorsunuz. Bu sitede fakiri eleştirenler de aynı seçkinciliği besliyorlar…

Öbür yandan Kürt kökenli yurttaşlarımızın temel haklarını hiç kullanamadığı gibi bir yalanı, devletin bir dönemki yanlış uygulamalarına dayanarak savunmanın vicdana sığmadığını tekrar tekrar belirtiyorum.

Yazı da ülkenin her yanında mülk edinip iş kuran, iş bulan, tahsil gören insanlarımızın bu durumunda hiçbir şekilde şikâyet edilmiyor. Dolayısıyla Türk Solu gibi ne idüğü belirsiz bir sitenin resminin benim yazımda kullanılmasını şahsen doğru bulmadım.

Etnik siyasetin terörü tehdit olarak kullandığı gerçeği, devletin arızi hatalarıyla mazur gösterilemez. Etnik siyasetin, ideolojisini silahla/ tehditle kabul ettirmeye çalışan ( bu, terörün tanımıdır) bir örgütü savunmasının bir devleti adalet ve hukuk sağlayıcı tekel olarak kabul etmek olan vatandaşlığın tanımıyla uyuşmadığını söylemek faşizm midir?

Bir ülkede devletin yanlışlarına karşı hak müdafaasının ancak hak ihlaliyle orantılı olması gerektiğini savunmak devletçilik midir? Bu gün ırkçı etnik terör örgütü, bir soykırımla karşı karşıya olan bir halkın savunucusu mudur? Eğer böyle bir durum varsa, meclisteki milletvekilleri nereden gelmektedir? Altınova’da otuz yıldır çalışan galerici , İstanbul’da yerleşmiş doktor, Ankara’da çalışan memur, kim tarafından tehdit edilmiştir?

Yazıyı eleştirenlerin objektif olmak gayretleri yok. Etnik siyaset, bugün kendi ırkçı zihnî diktasını, hümanist vicdanları ipotek altına alarak sürdürmektedir.

İfade hürriyeti silâhla talep ediliyorsa önce silahlı tehdit ortadan kaldırılmalıdır. Meşru bir talep gayrı meşru araçlarla ortaya konamaz. Eğer böyle bir aracın meşruluğu ısrarla iddia ediliyorsa bu talep sahibinin meşruluğunu da ortadan kaldırır.

Bulgaristan’da Türk’ler açık soykırıma uğramalarına rağmen demokratik mücadeleden vazgeçmediler ve Bulgar devletine karşı ayaklanmadılar. Türkiye’de Bulgaristan’da Türk’lere yapılanlara en ufak şekilde benzeyen bir hareket olmuş mudur?

Gayrımeşru bir araçla hak talep eden bir grubun, beraber yaşadığı diğer topluluklarca “güvenle” karşılanması mümkün müdür? Komşunuzun polise taş attığını, bebek katleden, ülkenize ve milletinize düşman olduğunu söyleyen bir adamı açıkça desteklediğini görseniz, “barış” söylemlerine ne kadar güvenebilirsiniz? Irkçı, etnik şiddeti “toplumsal” bir hareket olarak meşrulaştırmak isteyenler, bu hareketlere karşı toplumsal bir tepki oluşmasını neden garip karşılıyor, anlayamıyorum?

Etnik/ırkçı terör yandaşı bir gruba vatandaşlar pompalı tüfekle saldırmış ki bunu “normal” bir tepki saymak elbette mümkün değil. İyi de etnik/ırkçı terör yandaşlarının polisleri taşlamasının, araba yakmasının, dükkânları kapattırmasının, dükkânları tahrip etmelerinin eleştirisi neden yapılmaz?

Bu memleketin bir bölümünü bir etnik grubun malı saymak ne vatandaşlık bilinciyle ne kardeşlikle ne de hukukla bağdaşır. Ne yazık ki etnik/ırkçı terörün zihnî diktası aklımızı köreltmekte, vicdanlarımızı öldürmekte…




Devlet Yardımı Neden İşe yaramıyor?


Mesele kimlik meselesi falan değil. Mesele, sürekli devlet yardımının rahatlıkla, karşılıksız çarçur edilebilmesi.

Devlet projelerinin makus ve değiştirilemez talihi bunların, karşılıksız olmasındadır.

Doğuya “yatırım” adıyla yapılan ayni ve nakdi yardımlar, insanlarca bedava elde edildiği ve dağıtıldığı sanılan şeyler olduğundan rahatlıkla israf ediliyor. Bunların terörü bitirmekte bu yüzden hiçbir faydasını görmüyoruz.

Bölge insanının bir kısmı hem bu karşılıksız yardımdan sürekli istifade etmekten vazgeçemiyor hem de bu getirileri meydana getirenin terör tehdidi olduğu anlayışıyla huzursuzluk çıkarıyor.

Anadilde eğitim vs talepleri devede kulaktır. Bölgede devletin emniyet ve adalet tekeli reddedildikçe hiç kimse orada refah için kımıldamaz. Etnik siyasetçiler, gerçek yatırımlar yapılmadıkça, istihdam için bölge diğer vatandaşlar için güvenilir bulunmadıkça ana dilde eğitimin refahı getirebileceğine gerçekten inanıyor mu? Bu “Biz bu devleti istemiyoruz, sizi de istemiyoruz! Sizden ayrılmak için kan dökmekten de çekinmeyiz!” tedhiş ve tehdit anlayışının takiyeci ifadesidir.

Şiddetten beslenen etnik siyasi Kürtçüler bu yüzden yapılan hiçbir şeyi beğenmemekte,küçük görmekte, tehdit gibi sunmakta… Çocukların kızamıktan, annelerin doğum tetanozundan ölmelerinin engellenmesi, koruyucu hekimliğin bölgede gelişmesi ve aile hekimliği ile daha da gelişecek olması, daha geniş kitlelere daha hızlı sağlık hizmetinin ulaştırılabilecek olmasının, okur yazar sayısının artmasının, üniversitelere daha çok insanın girebilmesinin, bölgede nitelikli iş gücünün daha da artacak olmasının bu yüzden siyasi Kürtçü’ler için hiçbir anlamı yok!

Çünkü bu imkânlar onların kendi emekleriyle elde ettikleri imkânlar değil! Sürekli terör tehdidiyle siyaset yapanların bu konularda hiçbir proje geliştirmedikleri sadece ve ancak bölge halkını basit kabileci ve ırkçı söylemlerle isyana teşvik etmeleri de bu hizmetlerin ilanihaye ve bedava süreceğini sanmalarından...


"Bağımsızlık" hayalleri kuranların akıl edemediği şey, kendilerine hizmet ulaştıranların bu bölgeden çekilmesi ve bütün hizmetlerin maliyetinin bölge halkının omuzlarına kalması halinde aşısız, tedavisiz, gıdasız, ve ulaşımsız, kaç gün hayatta kalabilecekleri...

Ne Yapsak Nafile!

Haydar Eren adlı bir "yazar", Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya yapılanlar hakkında Şamil Tayyar isimli köşe yazarının yazısını "yorumlamış", ben de suyunun suyu gibi olsa da onun yazısını gözden geçirdim...

Yorumcunun yazısı orijinel haliyle, büyük harfli olarak alıntılanmıştır. Köşe yazarının yazısı ise kalınlaştırılmış italik verilmiştir.

212 sağlık yatırımı yapıldı. Doktor, ebe, hemşire sayısı arttırıldı. Van’ın Bahçesaray gibi kar nedeniyle aylarca kapalı bulunan köylerindeki riskli gebelik hali bulunan anne adayları, merkezde doğum yapana kadar misafir bile edildi.

15-20 MILYON NUFUSA 212 SAGLIK YATIRIMIN ARITMETIGINI YAPIN. USTELIK BU "SAGLIK YATIRIMLARI" DENILEN SEYLER HASTAHANE FILAN DEGIL.

Senin gibiler, mezra mezra dolaşıp da anne ölümlerini azaltmak için PKK tehdidine rağmen aşılama yapan sağlık görevlilerinin çabasını acaba anlayabilir mi? Doğudada sağlık görevlerinin hizmet puanlarının daha yüksek olması bu bölgeye sağlık hizmeti akışınız hızlandırmıştır. Ayrıca mecburi hizmet ile de bölgedeki doktor açığı azaltılmıştır! Her köye bir hastane mi yapılmasını mı istiyordun? Buradaki sağlık görevlileri hastaları ayırıyor mu? Bahçesaray’ın yolın 8-9 ayı Van’dan koptuğunu biliyor musun? Bahçesaray’da doktorların nerede, hangi şartlarda ikamet ettiklerini biliyor musun? Peki Bahçesaray’da devlet hastanesi olduğunu biliyor musun? Sadece dört yılda Van gibi bir yerde yapılan sağlık çalışmaların böyle nankörce değerlendirmek için insanın ancak hain olması lazım!

Ayrıca bölgede sadece Kürt’ler yok! Yani bir mahrumiyet varsa sadece onlar yaşamıyor!

Diyarbakır’ın suyu ve yolu olmayan köyü kalmadı. Doğu ve Güneydoğu’da 8.6 katrilyon liralık yatırım gerçekleştirildi. 26 bin 400 derslik yapıldı, öğrencilerin yararlanması için 86 bin bilgisayar gönderildi. Hakkari ve Tunceli bile üniversite ile tanıştı.

BU OKULLAR O COCUKLARIN ANADILLERINDE EGITIM VERECEKMI? YOKSA BASBAKANIN ALMANYADA BAHSETTIGI GIBI "ANADILINI OGRENEMEYEN ASIMILE OLUR" ANLAYISININ UYGULAMASIMI

Devletin açtığı okullarda Türkçe eğitim verilmesinin neresi yanlış? Amaç memleketin vatandaşlarının memleketin her yerinde rahatlıkla yaşayabilecek, iletişim kurabilecek ve iş bulabilecek asgari eğitimi vermek mi, değil mi? İnsan anadilini okulda öğrenmez! Burası Almanya mı? Burada iki yabancı toplum mu var? PKK’nın ölüm kapmalarının duvarlarındaki bütün yazılar bile Türkçe! İnsanları Türkçeden uzak tutarak onlara ne gibi bir gelecek vaad edebiliriz!? Almanya’da nasıl Türkçe bilmeyen Türk yoksa ama gene de Alman toplumunun bir parçası haline gelinmişse burada bu olay çoktan vardır. Kürt’lerin Türkçe öğrenmesine asimilasyon demek bu iki topluluğun birbiriyle kesin şekilde ayrılmasını istemektir, bölücülüktür, ihanettir!

Köye dönüş için 468 trilyon harcandı.

BU HARCAMALARIN NE OLDUGUNU ANLATSANIZDA PARANIN KIMLERE GITTIGINI BILSEK

O zaman zahmet edip doğuya geleceksin, valiliklerin il özel idarelerinde terör zarar tespit komisyonlarının kayıtlarına bakacaksın!

Şu ana kadar 25.6 katrilyon lira harcanan ve 17 yılda yüzde 62’si tamamlanan GAP’a hız verildi, tümüyle tamamlanırsa 1.8 milyon hektar alan sulanacak, 27 milyar kilovat elektrik üretilecek

SORMASI AYIP, GAP TA URETILEN ELEKTIRIK NEREYI AYDINLATACAK?

Batıda nereyi aydınlatacak gerçekten ben de merak ediyorum ama Türkiye’de kaçak elektrik kullanımında başı çeken Diyarbakır’ı ve Van’ı aydınlattığı kesin! Hiç baktın mı Diyarbakır’dan elektrik parası tahsil edilebilmiş mi bugüne kadar? Diyarbakır’ elektriğinin bedelini ödeyenler Diyarbakır’ın elektriğini kesse hoşuna gider miydi?

GAP kapsamında 2008 itibariyle 272 bin 972 hektar alan sulamaya açıldı, 99 bin 518 hektarlık alanda inşaat devam ediyor. Sulama projelerinin sadece yüzde 15’i işletme, yüzde 5’i inşaat halinde, yüzde 80’i yeni dönemde tamamlanacak

SULAMAYA TABI OLAN BU ARAZININ NE KADARI URFA VE GAZIANTEPIN DOGUSU? BU INSAATLARDA CALISAN MUHENDISINDEN ISCISINE ONCA PERSONEL YEREL HALKTANMI YOKSA BASKA BOLGELERDEN GELEN IS GUCUMU

Bu sorular mantıklı mı sence? “Doğunun mühendisi..” diye bir şey mi var? Mühendislik nitelikli iş gücüdür. Bak bakalım batının inşaatlarında nerenin işgücü çalışıyor?

Bu yıl Diyarbakır, gelecek yıl Gaziantep ve Şanlıurfa cazibe merkezi haline getirilecek. Suriye sınırı boyunca 30 hektar mayınlı alan organik tarıma açılacak.

NASIL? BUNU OKUYUNCA DEMIRELIN "ANKARAYA DENIZ GETIRECEGIZ" FIKRASI AKLIMA GELDI.
Çok komik olmuş hakikaten!

Bölge ulaştırma ve lojistik hizmetleri güçlendirilecek. Karayolu ve havayolu ulaştırması geliştirilecek. Batman Havaalanına yeni terminal binası yapılacak. GAP Uluslararası havaalanı hızla tamamlanacak. Doğalgaz ve elektrik şebekeleri yenilenecek

DUYAN BATMAN HAVAALANINA CHARTER TURIST SEFERLERI DUZENLENIYOR VE HALIHAZIRDAKI TESISLER YETMIYOR ZANNEDECEK. BU ASKERI HAVAALANININ BOLGE HALKINA NE FAYDASI VAR?

Batman’ın ülke ekonomisine katkısı nedir bilemem? Ama şunu biliyorum Van’da her gün 8 uçak inip kalkıyor. Özel havayolu şirketleri buraya ulaşımı kolaylaştırdığından beri ekonomi, hareketlendi, canlandı ve terör ciddi şekilde azaldı. Van’da yerleşimi kolaylaştırdı. Çünkü Van halkı refahın ve hürriyetin devlete silah çekerek sağlanamayacağını zaten biliyordu. Sen önce Batmanlı hemşerilerine her Nevruz’da doğu vilayetlerine gösterici, kışkırtıcı vs ihraç etmekten vazgeçip işine gücüne bakmasını söyle bak bakalım charter seferler başlıyor mu başlamıyor mu? Isparta’da da hava alanı var neye yarıyor? Bir yere havaalanı yapılması yetmez, oranın aynı zamanda kullanılabilir, gelişebilir bir yer de olması lâzım… Bu arada Van havaalanı da askeri statüde ama vızı vızır çalışıyor hemşerim hem de sivillerle!

Okul öncesi eğitim yüzde 50 artırılacak. Zorunlu eğitime gelmeyen öğrenci kalmayacak. 1865 yeni derslik yapılacak, 9043 öğrenci okula kazandırılacak. Orta öğretimde okuma oranı yüzde 90’a çıkarılacak.

HERALDE KENDI ANADILLERINDE EGITIM VERECEK OKULLARDAN BAHSEDIYOR... YANILIYOR OLABILIRMIYIM

Bir devletin, o ülkenin yaygın diliyle eğitim vermesinin neresinin yanlış olduğunu sormuş idim. Anadilin okulda öğrenilmediğini de söylemiş idim ama tekrar edelim. O çocukların "ana dilleriyle" eğitim alıp Türkçe öğrenmeden Türkiye'de yaşamalarının ne kadar zor olacağını acaba yazarımız fark edebiliyor mu? Ama maksat zaten bütünleşmek, entegre olmak falan değil. Bu bir niyet okuma da değil... Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Bize söylenen şu: " Bizim size ihtiyacımız yok, burası bizim ülkemiz,sizin dilinizi de yatırımlarınızı da istemiyoruz. Bunu açıkça söyleyecek kadar mert mi yazarımız? Elbette değil, çünkü bir yandan yeşil kartla kolaylıkla sağlık hizmetlerine ulaşabilmenin, kaçak elektrik kullanabilmenin, bedava okuyup mühendis, doktor, avukat olabilmenin, vatandaşın işyerinin camını indirebilmenin, vatandaşı tehdit ederek, dükkânını kapattırabilmenin keyfini hep beraber başka nerede yaşayabilir, bilmiyor.

AKP’yi sevip sevmemek ayrı konu. Ama yapılmış olumlu işleri böyle yorumlayabilmek ancak ihanetle mümkün.

Haydar Bey ve takımının niyeti gerçekte barış, adalet falan değil. Memleketimiz liberalleri maalesef halis niyetlerle, bu bölücülük ve ihaneti desteklediklerinin farkında değiller.

Memleketin en büyük istihdam merkezi Gebze’de devletin beş kuruşluk yatırımı yok! Eskihisar feribot iskelesini saymazsanız tabii… Tohum Sertifikasyon ve TÜBİTAK MAM gibi kamu işletmeleri memleketin her yerindekilerden farksız, yani bu işletmelerin istihdamdaki oranı devde kulak!

Bakın bakalım doğuya son dört yılda KOBİ ne inşaat projeleri başlatmış?

Bu işler devlet yatırımıyla falan da olmaz! Çünkü devlet yatırımı sadaka gibidir maliyeti ( görünürde)sıfır bir yardımdır! Doğuda şu anda doğulu müteahhitlerin inşaatları başlıca istihdam ve katma değer kaynağıdır!

Bir yerde refah mı istiyorsunuz, oranın diğer yerlerden farkı olmadığını, emin ve sakin olduğunu göstereceksiniz, insanları ikna edeceksiniz. Orda da ülkenin her yerindeki gibi yaşanabileceğini ispatlayacaksınız ki üreticiler oraya gitsin. Bunu yapacak olan da o bölgenin insanıdır. Bölge insanı kendi memleketinde emniyet ve asayişi ihlal ediyorsa bir de bunun üzerine refah beklemesi açıkça saçmadır

Yoksa devletin yaptığı her işi, altına “Kürt” imzası atılmıyor diye böyle çirkince, haince kötülemeye, karalamaya kalkarak bölge halkı için hiçbir fayda sağlayamazsınız.

3 Kasım 2008 Pazartesi

Testere V






İşin garip yanı, serinin ilk filmini seyretmemiş olmam. Yüreğim dayanır mı emin değilim. Çünkü en nihayetinde serinin konseptini belirleyen film o…

Devam filmlerinde tekrarlar, tatsızlıklar, artık filmin fanatikleri dışında kimsenin filme ilgi göstermemesine yol açar.

Her ne kadar verilen bilgilere göre Testere seyirci sayısını her seferinde artırmış da olsa şahsen ben niteliksel düşüş beklentisiyle filme gittim.

Öyle olmadığını gördüm, çok da sevindim.

Kurgu başınızı döndürecek kadar karmaşıklaşmış, senaryo yazarını kutlamak lâzım. Bir yerde “Testere” John Kramer nihayet bu bölümde artık işlerinin felsefesini seyirciye benimsetiyor

Işıklar ölümün yalınlığını ve sertliğini sürekli, hatırlatıyor. Göz kıyınızda bir iğneli at gözlüğü gibi uyarıyor sizi.

Müzikler iyi.

Filmi alıp götüren Kramer’ın icatları gibi görünse de böyle bir film ancak başarılı oyunculukla seyredilir ki insan oyuncuların filmden sonra terapi görüp görmediklerini cidden merak ediyor. Oyuncular kesinlikle çok iyi!

Grenli görüntüler “Sürtünme kuvveti hayatın bir gerçeği” der gibi bizi sürekli uyanık tutuyor.

Yapım tasarımı bence kendine özgü ve bir kült haline gelmiş durumda “Testere” serisinde.



Bütün bunlardan öte “Testere” serisi, ahlâkın kökenlerine dair çok çarpıcı ve sarsıcı bir araştırma.

İşin iyi yanı, felsefesini, korkunun şöleninde, görünen ama göze batmayan bir köşeye oturtabilmesi.

Sinema bir eğlencelikse “Testere V” onun en incelikli örneklerinden…
Yönetmen
David Hackl
Senaryo
Patrick MeltonMarcus Dunstan
Oyuncular
Julie BenzScott PattersonMeagan GoodShawnee SmithTobin Bell
Tür
Gerilim - Suç
Görüntü Yönetmeni
David A. Armstrong
Müzik
Charlie Clouser
Gösterim Tarihi
24 Ekim 2008 Cuma
Resmi Web Sitesi
Siteye gitmek için tıklayınız.
Ülke
ABD
Yıl
2008

Etiketler:

Türkiye’de Liberaller Neden “Yok”?



Türkiye’de Liberalizm Talep Darlığı Üzerine Siyasî Bir Eleştiri

Türkiye’de ciddi bir entelektüel ağırlık taşımlarına, otoriter, kolektivist düşünce biçimlerine karşı içerikli eleştiriler getirmelerine rağmen liberal entelektüellerin toplumda sahiplenilmemesi bilhassa Marksistlerce bir tür kara zafer gibi algılanmakta.

Acaba liberalizme yönelik dar talebin sebebi nedir? Liberal ilkeler toplumsal gerçeklikle mi bağdaşmamaktadır yoksa liberal okulun Türk yorumcularında bir okuma hatası mı vardır?

Birinci sebep sıkça telaffuz edilen sebeptir ki bu, liberalizme karşı son ve öldürücü darba olarak kabul edilmektedir. Geri kalmışlığın sabırsızlığından ve yüzeyselliğinden beslenen toptancı fikirlerin birinci sebebi benimsemeleri gayet normaldir. Oysa sonuçların sebepleri üzerinde düşünecek kadar sabırlı ve serinkanlı bir liberal için durum farklıdır, farklı olmalıdır.

Öyle görünmektedir ki Türk liberalleri içinde yaşadıkları toplumun gerçeklerinin sosyolojisini yapmak yerine edindikleri bir sosyolojiye göre gerçekleri yorumlamaktalar. Toplumsal talepleri ve gerilimleri objektiflik adına tepeden bakan bir tavırla gözlemledikleri için “ne gördüklerini” tam olarak algılayamamaktalar.

Meselâ Kürt sorununda sürekli tırmanan Türk milliyetçiliği tehlikesinden bahsederlerken Türk adlı heterojen toplumun mensubiyet, aidiyet duygularının tarihî ve toplumsal tezahürlerini incelemeyi gereksiz bulmakta ve konjonktürel tepkisellikleri esas kabul etmektedirler. Bunu yaparlarken edinilmiş/ yorumlanmamış sosyolojik bilgileri şablon olarak kullanmaktalar.

Buna mukabil Kürt etnik siyasetinin ve şiddetinin aidiyet ve mensubiyet duygularının dayanakları ve tezahürlerini aynı şablonlarla incelemeye gerek duymamaktadırlar.

Bunun sebebi de sanırım, azınlığın haklarına karşı hayranlık duyulası hassasiyetlerinin, gerçekleri okurken maalesef bir noktada gözlerini körleştirmesi.

Elbette çoğunluk azınlık üzerinde kayıtsız şartsız hâkim değildir ve olmamalıdır ama Mises’in deyimiyle “Çoğunluğun isteğine göre devletin barışçı ayarlanması” anlamındaki bir demokraside çoğunluğu yok sayarak azınlık haklarını korumak açıkça çelişkidir. Bu açıdan Anayasa’dan “Türklük vurgusunun kaldırılması” gibi öneriler, azınlık adına çoğunluğu ezmek anlamına gelir. Anayasa’da Türklük vurgusu Anayasa’nın Türk olmayı emretmesi anlamına gelmez. Eğer böyle bir hüküm varsa kaldırılır ama bu devleti oluşturan çoğunluğun, devletin belirleyici grubu olduğunun telaffuz edilmemesini gerektirmez.

Bu felsefi alt yapının bir sonucu olarak liberaller azınlık kimliklerini telaffuzunu “hak” kabul ederken çoğunluktan, azınlık lehinde bu hakkından vazgeçmesini istediklerinde kendi toplumlarına yabancılaşmaktadırlar.

Asla değiştirilemeyecek ve ortadan kaldırılamayacak olan millet ve millete mensubiyet/ aidiyet duygusunu tabiata aykırı veya bir hastalık gibi kabul ettiklerinden kendi toplumlarında birer “vatansız” gibi kabul edilmekteler.

Elbette her millet dünyalı olmalı ve müreffeh yaşamalıdır. Ama bu “millet” olgusunu yok etmekle sağlanamaz.
Millet, kendiliğinden doğmuş bir toplumsal kabul/ kimlik ise bunu yok saymak veya yok etmeye çalışmak insan tabiatına karşı savaş açmaktır.

Halkın arasına karıştıktan sonra sosyoloji kitapların çöpe attığın söyleyen genç bir milletvekilimiz ülkemizde entelektüel seçkinciliğin körlüğünü çok çarpıcı biçimde ortaya koymuştu.

Liberallere düşen, artık hangi toplumun entellektüelleri olduklarını daha mütevazı şekilde araştırmaları ve liberal ilkeleri, içinde yaşadıkları toplumun barışçı gerçeklerini göz önüne alarak savunmalarıdır.

1 Kasım 2008 Cumartesi


Işıktan Uyanmak

- Ayağımın altından kayıyor yer. İnanmıyorsunuz ama öyle! Tam bahçedeki o gölgeliklerde dolaşmaya çıkıyorum ki… Gölgeler koyulaşıyor. Koyulaşıp çöküyor. Kocaman ağızlar gibi açılıyorlar, Bütün toprağı yutuyorlar! Bana neden inanmıyorsunuz? Öyle olmasa kayıp düşer miyim?
- Onuniçin mi geceleyin tuvalete giderken bütün ışıkları yaktırıyorsun?
- Gün ortasında gölgeler… Ahh! Hiç biriniz bilmiyorsunuz ya! Beni alaya alıyorsunuz! Pencereden dışarı baktın mı hiç geceleyin?
- Severim…
- Öyleyse senin de ruhun karanlık!
- Ama neden böyle düşünüyorsun? Geceleyin odamın ışığını da kapatırım… Dışarının o serin karanlığı odaya dolar… Karanlık diyoruz ama aslında mavidir rengi…
- Nasıl? Karanlık karadır, kara!
- İnan ki değildir… Yıldızlar göz kırpar ya…O derin laciverdin dibinden… Çok severim çok! Günün dağdağasından kurtarırlar beni.


Sustu… Dinliyordu. Aklında belli ki binlerce çelişki kılıçların çekmişti. Önce elleriyle yüzünü kapadı, karanlığın, sözlerden bile sızacağını sanıyordu odasına. Gözleri sürekli ışığa bakmaktan kıpkırmızıydı. Başının sağ yarısında bir balta gibi saplıydı migren ağrısı.

Konuşan adam tedirgin ediyordu onu… Gözü bir yerden ısırıyordu… Lüzumsuz ahbaplıkların ağırlığıyla tıkanır gbi oldu bir an…

Konuşan adam ona bakmıyordu, dışarıya, karanlığa bakıyordu! O isimleri, zamanı, ve… “Allah’ım ne diyecektim ben?” Evet.. İşte o her şeyi yutan karanlığa bakıyordu!

Onun bakışları durduruyordu ama karanlığı!Ellerini yüzünden tamamen çekti. Sırtını duvara dayadı. Duvarın serinliği hoşuna gitti.

Adamın kelimelerini kâh anlıyor kâh anlamıyordu. Kelimeler anlamlarından sıyrılıyor, birer ışıklı kanat gibi uçuşuyorlardı odada. Yüzüne konuyorlardı, ellerine dokunuyorlardı. Adam karanlıktan gözlerini ayırmıyordu.

Sırtındaki serinlikle ir anda… Kafasında bir görüntü belirdi. “Gene.. Gene tutamadan kaçacak ama?”…

Beklediğinin aksine kaçıp gitmedi o görüntü… Gece göğünün sularda eridiği bir yaz gecesinin hatırasıydı sırtına konan… Gözleri kapalıydı, hatırlıyordu.. Gözleri kapalıydı geceye, kulakları açıktı lacivertlerin hışırtısına…

Dalgalar mecalsiz ve belki ziyadesiyle çekingen vuruyordu sahile…

İyot tan ruhlar salıyordu dalgalar koyunlarından geceye… Gümüş yolun ikircikliği yoktu.

Gözleri kapalı, elleri kenetli, başı eğik oturuyordu. Oturduğu kayayla bütünleşiyordu geceyi ürkütmeden.

Deniz gibi nemli eller tuttu omuzlarını.

- Üşüdün sen…
- Üşümedim..
- ….
Sözler ne ağırdır , tebessümlerle kıyaslandığında…
O eller az sonra bir hırka bıraktı omuzlarının üstüne.

O eller beyazdı ve o beyazlık geceyi sindirmişti içine… Geceyle ıslak ellerini tuttu kadının, öptü, öptü, öptü…

- Beni bırakma, olur mu?
- Bırakmam canım…
- Doktorlar ne derse, desin, tamam mı?
- Ne derlerse desinler…
- ….

Kandının avuçlarını yüzünde tuttu bir müddet, sonra öptü, öptü, öptü onları.…

…..

Ve şaşırdı bunları hatırladığına… Kör edici ışıklara gömülmüş yatarken… Işıklarla kafasını yontarken.. Her hatırlayışta, keskin ışık usturalarıyla doğrayarak bileklerini…

Işıktan uyandı işte o an…Bu sefer kaybolmadı hatırası… Bütünüyle belirdi en lâcivert ve serin haliyle bütün gecelerinin merhabasıyla… Önce ürktü gene de.. Sonra ürküntüsü seyreldi adamın sesiyle…

Adamı gözü bir yerden ısırıyordu.. Hayalini bile kaybettiği bir gençliğin tebessümüyle konuşuyordu adam…

“ Gece güzeldir… Gece, düşmanlarla girer ya aramıza... Gece örter ya üstümüzü sevgilinin nemli elleri gibi…”

Gözlerini kapattı ve dinledi adamı… Gözlerinin tuttuğu karanlıkla baktı adama…

Sonra aniden açtı gözlerini. Adam gitmişti…

Adamı görmek için pencereye koştu, belki bahçeden bakar, el sallardı ona. Öyle de oldu…

….

- Kiminle konuşuyordu sence?
- Kiminle konuşacak yahu? Kendi kendisiyle, görmüyor musun?
- Kendisine mi el sallıyor peki?
- Karanlıkta kendisini bile göremez ki! Öff tüylerim diken diken oldu be!
- N’odu, sen de mi korkarsın karanlıktan?
- Kim korkmaz ki?
….

“Ben korkmam..” dedi içinden, gülümsedi…

31 Ekim 2008 Cuma

bazen öyle olur,
insan yorulur...
sesiniz körelir, her şey durur...
gene de kalkarız ayağa,
yürürüz,
bu işler hep böyle olur.

30 Ekim 2008 Perşembe

Hellboy 2 Altın Ordu



Hellboy’u bir kere daha seyretmek için sabırsızlanıyordum. Sebebi de bu sefer yönetmen koltuğunda “ Pan’ın Lâbirenti” filminin yönetmeninin oturmasıydı Çocukluk hayallerinin yumuşaklığıyla savaşın ezici gerçekliğinin sertliğini, tokat gibi çarpıcı bir filmde sunan Guillermo del Toro’nun bu sefer iyi bir iş çıkardığını söylemek zor.

Yönetmenin hatası mıdır, senaryo mu kötüdür bilmem ama oturmayan bir şeyler var.

Hellboy ilk filmde oldukça sert, soğukkanlı ve yalnızken bu filmde bir aile babası olmak yolunda yumuşuyor, “sıradanlaşıyor”. Bu filme bir sevimlilik kazandırıyor mu açıkçası tartışılır.

Elbette fantastik sinemada bol bol özel efekt kullanılmasını normal buluyorum. Ama bu her şeye yetmiyor…

Sanırım yönetmenin etkisiyle yapım tasarımında Pan’ın Lâbirenti’ne tekrar düştüğümüzü sanıyoruz.

Filmde aradığımı bulamamamın bir sebebi de Hellboy karakteriyle tam uyuşmaması, Oyunculuk sıradan, karakterler filme yama gibi tutturulmuş sanki

Müzikler fena değil.

Bu kadar kötülememe rağmen hemen belirtmeliyim ki “Hellboy 2 Altın Ordu”, özellikle bilgisayar oyunu tutkunlarının severek seyredecekleri bir film.
Yönetmen: Guillermo del Toro
Oyuncular: Luke Goss, Doug Jones, Thomas Kretschmann, John Hurt, Ron Perlman, Selma Blair, Jeffrey Tambor
Senaryo: Guillermo del Toro, Mike Mignola (Kitap)
Tür: Aksiyon, MaceraDil: Türkçe/Altyazılı
Süre: 120 dk.
Web Sitesi: http://www.hellboymovie.com/

Etiketler:

29 Ekim 2008 Çarşamba

İyi Dinleyici “Badem”




"Badem" üzerine iki çift laf etmeden geçemeyeceğim.

Elbet Türk Halk Müziği'nin otantik icrası işin kaynağıdır buna zaten kimse itiraz edemez.

İşin güzel yanı şu ki bu zengin kaynak, dinlemeyi bilen her kulak için paha biçilmez bir birikim sunuyor.

Yaptıkları müziği beğeniriz, beğenmeyiz ama şahsan sadece Türk Halk Müziği'nden zevk aldıkları için kutlanmaları gerektiğini düşünüyorum

23 Ekim 2008 Perşembe



Hür Fikir'lerdeki 23 Ekim 2008 tarihli yazısından dolayı,
Mustafa ERDOĞAN'a açık mektup:



Hocam,

Anayasa Hukukuna Giriş kitabınız okudum, çok da yararlandım. Liberalizmin hukuki veçhesini de enfes şekilde savunduğunuzu görüyorum, buna mukabil son yazınızı hayretler içinde kalarak okudum. Maalesef site yoruma izin vermiyor, onun için yorumu doğrudan size yollamak istedim.

"Türk" adına karşı hissiyatınızı anlayamıyorum. Ben Van'da oturuyorum ve insanlar burada DTP/PKK ittifakının tehdidi altında neden bir gün bile DTP veya PKK'yı kınamadığınızı merak ediyorum.. Ayrıca Hür Fikir'lerde sürekli siyasi Kürtçülüğü savunan yazıların çıkması, siyasi kürtçülük eleştirilerine neredeyse hiç yer verilmemesinin sebebini de merak ediyorum.

Hak savunmasının silahla yapılmasının ancak hayat hakkı söz konusuysa meşru olabileceğini düşünmem acaba yanlış mı? Sizce Ortadoğu'da Kürt'ler en müreffeh ve özgür nerede yaşıyor? Ülkenin istedikleri yerine yerleşen, iş kuran, devlet dairelerinde inanılmaz kadrolaşan, büyük şehirlerde mafyayla organize olan, kendi kurtarılmış bölgeleri olan bu insanlara sizce memlektin ne kadarını verirsek sorun çözülür?

Nüfusunun en az %90'ının kendisinin Türk olarak tanımladığı bir ülkede "Türklük" vurgusundan vazgeçmek" ne demek? Devletin adından Türk kelimesini çıkarsak terör biter mi? Türk kimliğini ilkel etnik ırkçılığa feda etmek hümanizm mi oluyor?

Bu memleketi Türk'ler fethedip vatan yaptığı için adına da "Türkiye" denmiş, bundan bu kadar nefret etmek hangi vicdanla bağdaşıyor, anlayabilmek mümkün değil!

Kürt probleminde vatandaşa kepenk kapattıran, günlük hayatın akışını bozan, hayat hakkımızı tehdit eden PKK yanlısı Kürt'lerin hiç mi sorumluluğu yok?

Bir hümanist de vatandaşa tehditle kepenk kapattıran alçaklara taviz verilmesini kınasın ama!

Bu iş artık ciddi şekilde Türk düşmanlığına vardı!


Saygılarımla.

Orijinal Cinayetler




“ Canım sadece oyunculara bakılarak filme mi gidilir?” diyebilir bazıları…. Kesinlikle gidilir!

Hele o oyuncular Robert De Niro ve Al Pacino olursa!..

Yıllanmış bir mesleki beraberliği bu ikilden daha kimse canlandıramazdı, doğrusu.

Sinemanın gitgide görsel efektlere, , birbirinden fantastik hikâyelere sırtını dayadığı bir dönemde, bir polisiye hâlâ iş yapıyorsa ya çok güçlü bir hikâyeye- senaryoya, ya çok güçlü oyunculara dayanmalı ki “Orijinal Cinayetler ikisini de içeriyor.

Filmin hikâyesini anlatmak istemiyorum. “Filmde şöyle şöyle mesajlar var!” falan demeyeceğim. Zaten eskimiş ofisler, kirli sokaklar, izbe diskolar kendi dillerince anlatıyor hikâyeyi…

Kısaca seyretmek için sinemaya gitmeye değer bir film “Orijinal Cinayetler”.
Yönetmen:
Jon Avnet
Senaryo :
Russell Gewirtz
Müzik:
Ed Shearmur
Görüntü yönetmeni:
Denis Lenoir
Tür:
Suç, Dram
Yapım:
ABD 2008 (Renkli)
Dil:
İngilizce
Dağıtıcı Firmalar:
35 Milim Filmcilik
Internet adresi:
www.righteouskill-themovie.com/

Etiketler:

20 Ekim 2008 Pazartesi

Kızılay’daki Ev
İnsan bir işi neden sever? Çok düşünmüştüm, bulamamıştım o güne kadar

….
Kızılay’da bir ev vardır. Gri cepheli , Fransız balkonlu, daracık bahçesine iki akasya sığışmış bir apartman…

Eski yazarlardan biri yaşarmış bu evde…

Sağı solu , insanın içini tıkayan binalarla doludur, o dar balkonları ve akasyalarıyla sokağın başında gülerek karşılar sizi.

Ben müteveffa yazarın karısına her ay emekli maaşını götürürüm.

Kulakları biraz ağır işitir, her seferinde bağırmak mecburiyetinde kalırım, her seferinde onun yaşına gelebilirsem hayata onun gibi bağlı kalabilmek isterim.

Elbette yaşlı insanlar aranıp sorulmak ister. Allah’tan oğlu hayırlı bir evlâttır, o da yazardır.

Ama sanırım onun beni sevmesinin en büyük sebebi, kütüphanesine gösterdiğim ilgi oldu.

- Sever misin evlâdım kitap okumayı?
- Severim teyzeciğim…
- Ne güzel! Ceyhun da severdi… Bazı bazı gelip kitaplarını istiyorlar kütüphaneler için falan… Bizim oğlan kendisi korumak istiyor ben dene yapacağımı şaşırdım…
- Belki daha iyi korur.. kütüphane zaten pek fazla kullanılmıyor… Bir benim gibiler…
- Estağurullah evladım o ne demek?
- Yani efendim… Maaş belli.. Öyle ha deyince kitap almak zor.
- Ne zaman istersen al götür oku getir!
- Ama efendim…
- Oğlum bırak Allasen… Çay içer misin, çay?
- Vallahi efendim…
- Otur otur.. Zaten hazırdı…

Konuştuk, konuştuk… Yüzündeki ışıltı herhalde hatıralarının asla kaybolmayacağını bilmektendi. Bana torunlarının resimlerini gösterdi, büyüğü üniversiteye gidecekti, küçüğü orta sondaydı. Onlar için bir oyun konsolu almıştı, hafta sonarlı gelip ninelerinde kalıyorlardı.

Teyze çaya gittiğinde oturduğum yerden sokağa baktım. Akasyaların dalları evi kucaklar gibiydi… Karşı apartmanlar yiyebilecekleri her karış toprağı yiyip sonra beton kusan devler gibi bakıyorlardı bu eve… Sokak durmadan, dinlenmeden, bakmadan , görmeden daha da kötüsü görmek de istemeden akıp giden bir insan selini zapt etmeye çalışıyordu.

Kenarlarında, kadife perdeleriyle devri geçmiş bir asilzade gibi dikilen dar balkon kapısının kanatlarından biri, bu insan dışı kayıtsızlığa dayanamayacakmış gibi kapalıydı.

Yine de evin içinde beklenmedik bir sükûnet hakimdi.

Işık, pencerelerin asil kanatlarına değdikten sonra hoyratlığını bir kenara bırakıyor, sokak sesleri , her köşesi hatıralarla , fotoğraflarla dolu evin dilinden, “konuşmayı” öğreniyorlardı.
- Beklettim evlâdım kusura bakma… İhtiyarlık malum…
- Ben yardım etseydim, çok özür dilerim, daha önce…
- Otur evlâdım otur… Benim kız daha yeni gittiydi, çayı da o demlediydi zaten, efendiden bir kız maşallah, bu devirde bulmak zor, sen evli misin?
- Evliyim efendim ellerinizden öper bir kızımız var, beş yaşında…
- Maşallah! Allah analı babalı büyütsün, bahtını açık etsin evlâdım, ne güzel!
- Teşekkürler, eksik olmayın…
- Evlâdım, sana “evlâdım” diyip duruyorum ama, kızmıyorsun inşallah?
- Estağfurullah efendim…
- Sağolasın… Evlâdım.. Gene dedim, kusura bakmayasın…Bu dünyada bir insanı iki şey mesut eder…

Uzun zamandır duymadığım bir kelimeyi kullanması hoşuma gitmişti. Evin bütün hatıralarına sinmiş o kabullenişini ne güzel ifade ediyordu.. “Mesut”… Ferin ve sarsılmaz bir inancın, derin ve dile gelmez bilgisiydi bu…

- Gülümsedin, hayırdır, ne hoşuna gitti?
- “Mesut” dediniz de efendim… Uzun zamandır işitmemiştim, ondan…
- Hahahaha! Kaybolan paranı bulmak gibi mi?
- Vallahi daha iyi tarif edilemezdi…
- Evet canım, evet… Öyledir. Ne diyordum?
- “İnsanı iki şey mesut eder”, diyordunuz…
- Evet.. Biri eştir, öbürü iş! Hatta ikincisinin daha fazla mesut ettiği de söylenir ya!...
- Belki onu bulmak daha zordur da ondan?
- Aferin be! Vallahi zeki çocukmuşsun! Çayın bitti mi?
- Bitti ama lütfen.. Sohbeti kesmeyelim…
- Ah canım! Yahu senin kimin kimsen yok mu evlâdım? Kikirik bir karının sohbetine muhtaç kalmışsın?
- Estağfurullah efendim! O ne kelime!? ..

Bütün nezaket malumatım, şaşkınlığım karşısında eriyip gitmişti. Başka biri söylese bunamaktan mütevellit bir kontrol kaybı diyebilirdim ama kendisiyle dalga geçebilecek kadar aklı başında bu olgun insan kendimden utanmama sebep olmuştu.

- Utanma çocuğum! Kişi kendini bilmeli! İhtiyarlık başa beladır, hem kişinin başına hem çocuklarının başına! Ben yaşadım, yaşayacağımı… Ceyhun rahmetli de mesuttu, bunu bilmek içimi rahatlatıyor. Sevdi, sevildi, yazdı, konuştu… Erkek milleti hiç büyümez evlâdım aklında bulunsun, hep methedilmek ister, hep pohpohlanmak… Bazıları hak ederek ister bunu, bazıları da etmeden… Dedim ya, insanın işi, kendisini eşinden fazla mutlu edebilir diye… Bazısı bunu kıskanır… Kıskanmak da hamlıktır… Seviyorsan sevdiğinin saadetini istemez misin? Elbet ister! O zaman onun derdini, tasasını, neşesini, paylaşmak icap etmez mi? Diyeceksin ki niye tek taraflı olsun bu? Öyledir de ondan! Siz erkelerin hamlığını ancak biz kadınların “analığı” kabullenir, inceltir. Bunun için de kişi işini sevmeli.. İşini sevmeyen adam mesut olamaz evlâdım…
- İyi de efendim, herkes sevdiği işi yapamıyor ki?
- Ah benim güzel evlâdım kaçımız gerçekten sevdiğimiz eşlere varıyoruz peki?
- Özür dilerim, anlayamadım?
- Yavrum… Sevmek, öğrenilen bir şeydir. Gayret ister. Sen, bu işi sevmiyorsun, değil mi?
- Yani şey…
- Eveleyip geveleme evlâdım ben emekli öğretmenim…Kimin işini sevmediğini yüz metreden anlarım! Sen zaten işinin sevilecek bir şey olmadığını düşünerek işe başlamışsın! Doğru mu?
- Yani.. Evet…
- Niye? Ayak işidir, diye mi? Çok kazandırmıyor, diye mi? Yoksa sıradan olduğundan mı?
- Belki de hepsi?
- Peki güzel yavrum… Hiç düşündün mü benim gibi evlerine maaşlarını götürdüğün ihtiyarların, ahir ömürlerinde görecekleri bir iki kişiden biri olabileceğini? Onarlın seni kapıda yarım dakika gördüklerinde yüzlerinden geçen tebessümü fark ettin mi hiç? Kim bilir kaç tanesi çaya davet etmiştir seni, sende hayırsız evlâtlarının kokusunu aramıştır?

Ne diyeceğimi şaşırmıştım, teyze doğru söylüyordu. Yutkundum, gözlerimin nemlendiğini belli etmemek için başımı öne eğdim.

- Sen hiç yürürken etrafına bakar mısn?
- Çok zaten işim gereği…
- Bırak işi evlâdım.. Bak bu sokakta bu ev gibi ne kadar azı kaldı…
- Fark ettim..
- Yaaa! O evleri yıkmak için , içlerindeki ihtiyarların ölmelerini bekliyorlar. Sen onarlın kapısını her çaldığında “Bu şehirde ben de varım!” diyorlar, seviniyorlar. İşinin manasını düşünmezsen evlâdım, sevmeyi de öğrenemezsin… İşine mana katacak olan da senden başkası değil… çok konuştum, değil mi? Kusura bakma…

Evet.. konuştuk, konuştuk, konuştuk.Onlarca kitap aldım, okudum ondan…

…..

- Vefat etti o, postacı bey…
- Öyle mi? Çok üzüldüm.. Başınız sağolsun..
- Dostlar sağolsun…

Gittim bir ara sokağa saptım ,alçak bir duvarın üstüne oturup ağladım.

İnsan bir işi neden sever? Çok düşünmüştüm, bulamamıştım o güne kadar…

18 Ekim 2008 Cumartesi

Finansal Tsunamileri Kim Yaratır?




Devlet müdahalesini bir türlü gözünde canlandıramayanlar için çok somut bir örnek üzerinde kısaca kafa yormak belki işe yarayabilir?

Mesela Merkez Bankası Başkanı geçen günlerde faiz indireceklerinden bahsetti.

Bu beyanın anlamı yeterince kavranamadığı için sanırım, gözümüzün önünde duran müdahaleciliği de bir türlü fark edemiyoruz.

Merkez Bankası memlekette para basmaya yetkili tek kurumdur. Bu kurumun davranışları para arzını ilk elden ve büyük bir kudretle etkiler. En başta bu durumu müdrik olmamız icap eder. Demek ki Merkez Bankası Başkanı ağzını her açtığında, bu bize piyasaya girecek para miktarı açısından hayati bilgiler sunuyordur.

Buraya kadar anlaşılmadıysa tekrarlamakta fayda vardır, Merkez Bankası diğer bankalar arasında, “eşitler arasında birinci” değil, doğrudan hükümdar konumundadır! Varlığı, faaliyetleri rekabete açık değildir.

Bu kadar dokunulmaz ve neredeyse sınırsız yetkili bir kurumun başkanı “Faizleri indiriyoruz!” dediğinde bu, “eşitler arasında bir üyenin ferdi beyanı” değil, piyasadaki faiz oranları üzerinde doğrudan bir “emir” niteliğindedir. Bu, “Ben parayı bollaştıracağım, miktarını arttırıp, değerini düşüreceğim, elde edilmesini kolaylaştıracağım!” demektir.

Bu sözü herhangi bir banka genel müdürü etse, sermayesiyle sınırlı bir laf etmiş olacak ve piyasadaki rakiplerinin davranışlarını belki de çok değiştirmeyecektir. Çünkü eşitler arasında hiç kimse özentiyle hareket etmez. Bankacılık gibi dakik ve fevkalâde hassas emniyet ayarlarının olduğu bir sektörde hiç kimse duygusallıkla/ kıskançlıkla hareket edemez.

Oysa Merkez Bankası gibi bankaların birinci para tedarikçisi bir kurumun parayla ilgili davranışları bütün diğer “eşitleri” doğrudan etkiler. Hiçbir banka Merkez Bankası davranışlarına kayıtsız kalamaz. Bu açıdan bakıldığında belki büyük iktisadi krizlerin köşe başında neden Merkez Bankalarının oturduğu daha rahat anlaşılabilir.

Merkez Bankası Başkanı belki özel sektörden bazı kesimlerin talepleri doğrultusunda belki görünürdeki kredi sıkışıklıklarını aşabilmek için böyle bir teşebbüse geçebilir. Oysa kredi faizlerindeki yükselmenin anlamı mevcut para miktarının talebe karşılık gelmediği ve bu yüzden değerlendiğidir. Bankalar da elbette değerlenmiş bir malı, satın alma gücü en yerinde olan müşteriye, ederinin en üstünden satmaya çalışacaktır.

Bunun tersinin de olabileceğini düşünenler varsa, ABD’deki ipotekli satış kredilerinde yaşanan facia hiç de öyle olmayacağına dair belki en iyi örnek olabilir.

Piyasalarda meselâ faizlerin yükselmesinin muhtemel sebepleri üzerinde düşünmeksizin, olayı sadece görünüşe göre değerlendirmek, büyük iktisat yazarı Bastiat’ın ferasetinden hiç nasiplenmediğimizin bir delilidir.

Faizler yükseldiğinde piyasadaki parayı azaltacak kadar bir büyük bir sektörel talebin olup olmadığına bakılmalı. Buna nasıl bakılabilir? O an için mevcut verilmiş kredilerin daha çok hangi sektörlerce çekildiği belirlenebilir. Bu sektörlerde artan para miktarıyla üretimin artıp artmadığına bakmaksa biraz daha derin ve sabırlı bir bakışı gerektirir.

Para arzının çoğunu kendisine çeken sektörlerde, üretim miktarı artarken kredilerin geri ödenmesini de içeren bir maliyet muhasebesiyle, ürünlerde belli bir fiyata doğru yönelme meydana gelecektir. Bu noktada üreticinin şartların en azından makul bir süre sarsıcı şekilde değişmeyeceğine dair bir güven duygusu olmalı ki hesaplarını, fiyatlandırmayı, muhtemel talebe göre ayarlayabilsin.

Faiz burada, bir havuzun bazı deliklerini tıkayıp akışı belli deliklere yönlendiren tıpalar gibi çalışır.

Devlet faiz oranlarını düşürdüğünde, tıpaları, havuzdan beslenenlere sormaksızın açıverir. Bu durumda havuzdaki paraya ulaşmak yönünde toplumun çok geniş bir kesiminde talep meydana gelir.

Nispeten yüksek faizi ödemeye gönüllü ve buna gücü yeten üreticiler yerine, ödeme gücü sınırlı ve şüpheli olduğu halde para talebinde bulunan müşterilerin hücumuyla, havuz bir anda boşalır. Bu hem, krediyi verimli kullanma ihtimali kuvvetli üreticilerin para darlığına düşmesine hem de koaly elde edilen paranın değerinin düşmesine yol açar.

Merkez Bankası Başkanı belki para basmadığı için vicdanen rahattır ama emrettiği faiz indiriminin enflasyonla aynı sonucu verdiğini nedense fark edemez.

Düşük faizlerin yarattığı muazzam talep para arzının hızını geçtiğinde piyasalar kendiliğinden faiz arttırımına gidecektir. Nitekim bizdeki ipotekli ev satışlarında aynı davranış rahatlıkla gözlenebilir. Bu durumda Merkez Bankası, “vurguncu” bankaların dersini vermek ve halkın refahı için tekrar faiz indirimine gittiğinde birincisinden daha ciddi bir para darlığına yol açacaktır. Bu durumda da muhtemelen “Madem paramız az, basalım!” diyecektir. Para basımıyla artan para miktarı/ emisyon hacmi para bulamayan müşteriler için kısa vadeli, susuzluk giderici bir zehir etkisi yaratacaktır.

Paranın değeri gene düşecek, para üretimle meydana getirilmediği için piyasada “kalp” muamelesi görecek ve vatandaşın alım gücü kendiliğinden düşecektir.

Dikkat edilirse, para arzını dolaylı olarak arttıran iki müdahale bir “dalgalanma” yaratmıştır. Bunun olması kaçınılmazdır, çünkü kaynakların, malların artma ve azalmasının doğal sonuçlarına uyulmadığında yani fiyat artışları iyi okunmadığında sisteme yaptığınız her müdahale bir “büyüme” ve hemen ardından bir çöküş yaratacaktır. Çünkü para miktarındaki artışın teminatı olabilecek bir üretim bulunmayacaktır.

Bu yüzden piyasa düşmanlarının dört elle sarıldığı “kapitalizmin kriz dalgaları” fikrini kabul etmeden önce yıkıcı ölçüdeki bir finansal tsunamiyi yaratabilecek tek aktör olarak, devletin, ilgili krizdeki rolü ciddi şekilde gözlenmeli. Krizlerin önüne geçmek istiyorsak,devletin ekonomik müdahalelerinin kümülatif bir etkisi olduğunu daima akılda tutarak zamana bağlı bir gözlem ve kısıtlama düzeniyle, devletin “azdırıcı” etkisini, daha en başında engellemeliyiz.

15 Ekim 2008 Çarşamba




Şehirle Nefes Almak
Parkta oturuyordu. Gün batıyordu. Günün batışı, sırtını sızlatıyordu. Dik duramıyordu. Ellerine artık bakmıyordu, çoktan nasırlaşmışlardı. Gerinecek takati bile kalmamıştı. Parkın öbür ucunda, dedesiyle oynayan bir kız çocuğu gördü. Eli kendiliğinden cebine gitti. Kirden kararmış, sayfaları yağlanmış, kırık bir bloknot çıkardı. Cebindeki kurşun kalemle yazmaya başlayacaktı ki durdu… Kızın yüzündeki ışıltı, dedesini yorgun sevinci, uzayan gölgeler, şehrin uğultusu, kırık banklar ve “ben de varım!” der gibi yalnız ruhları için bir medet uman bütün park ahalinsin sözleri.. Hepsi kapıda kaldı…

Omzuna sertçe dokunan elle şaşırdı.
- Ne yapıyorsun bu günlerde?
- Elinin körünü!
- Lan bir kere de adam gibi cevap ver be!
- Adam olsan tamam da…
- Allah belanı…
- Amin!
- Yahu oğlum,ne yiyip ne içiyorsun?
- Peynir ekmek,arada bir de şarap.. Şu rakı faşizmine de illet oluyorum, belirteyim! “Toplumcu” bir yalaka olabilmek için illâ ondan zıkkımlanman icap ediyor ya?
- Oğlum sen içki içmezdin ki?
- Ne yazık değil mi? “Günahtı” değil mi?
- Ayıp ayıp!
- Ayıp değil mi? Hakikaten Cengiz, iyi ki söyledin!
- Oğlum aklın başına al artık! Bak gazetede işin hazır diyorum!
- Vay be! “Gazetede” ha?
- Nesini beğenmiyorsun oğlum! Gül gibi iş!
- Cengiz?
- Efendim?
- Yazı işleri müdürü, sana ne yazıp ne yazmaman gerektiğini söylerken hiç gerinmeye çalıştın mı?
- O ne demek şimdi?
- Hayır omurgan var mı diye merak ettim de?
- Bizim gazetenin tirajı kaç biliyor musun sen?
- Ulan pezevenk! “Sizin” gazeteyi, boktan bir han odasında ilk çıkaran kimdi? Kime anlatıyorsun gazetenizi?
- Bak geçekten ayıp ediyorsun!
- Ya bırak Cengiz! Bana terbiye verme şimdi! Kimler için çıkarıyorsunuz oğlum siz bu gazeteyi? Ne yazıyorsunuz içinde?
- Ah ah! Hiç kafan çalışmayacak oğlum senin hiç! Son bir senedir tirajı ikiye katladık biliyor musun?
- Sen benim en eski dostumsun… Kahrımı da bir sen çekersin
- Alışığız biz..
- Abi tiraj adama yazı yazdırabilir mi Cengiz’im? Kim tirajla yazar olmuş,söylesene?Bak gençten bir çocuk bulmuşsunuz.. Çocukta nefis bir hikâyeci damarı var! Herife abuksabuk vaazlar yazdırıyorsunuz Cengiz!
- Ne yazdıralım abi? Seninkiler gibi devri geçmiş, küflenmiş hikâyeler mi?

Cengiz buz gibi bir sükûtla karşılaştı cevap yerine… Arkadaşının bakışları öfkeyle körelmiş boş bakışlar değildi...Ve en korkutucu olan da buydu… Yaptığı işin içinden bakıyordu arkadaşı ve onun yaptığını yapamadıklarını bilmek eziyordu Cengiz’i…

- Bak, yanlış anlama…
- Anlamam, anlamam, merak etme sen…
- Bak bu devirde gazetede hikâye falan yazılmaz!
- Yazılmaz değil mi?
- Yazılmaz! O devirler geçti!
- Geçti, değil mi?
- ….
- Şimdi, sığ denemler devrindeyiz ,değil mi Cengiz’im? Hahaha! Yahuben de ne safım? Hâlâ edebiyat var sanıyorum!
- Memleketin hali edebiyatı kaldırır mı abi?
- Kaldırmaz, değil mi Cengiz’im?
- Kaldırmaz abi…
- Ciddi işler, değimli bunlar Cengiz’im?
- Abi…
- Tamam Cengiz’im,tamam, sen çaycılık falan gibi bir şey bulursan söyle bana gazetede, mürekkep kokusu alamadım mı nefesim kesiliyor, içim daralıyor…
- Abi olur mu hiç?
- Cengiz’im.. Asıl senin dediğin olur mu?
Cengiz başını eğdi, fısıldadı, gücü ancak buna yetti:
- Olmaz abi..
- Olmaz tabii Cengiz’im olmaz…
- Ama.. Ben sana haber edeceğim!
- Selâmetle!..

Cebindeki bloknotu tekrar çıkardı. Kalemin tepesini kemirdi bir müddet. Yoldan geçenlerin kıyafetleri kafasına bir sürü imge yığdı..

Çocukla dedesi hâlâ oynuyordu. Adamın üstünde…
Bunarlı görerek başladı yazmaya… Sırtının ağrısı önce hafifledi,sonra ağrıyı hissetmez oldu… İhtiyarın gözlerindeki sevincin burukluğunu yakaladı, kızın katıksız neşesini…

Ürperdi… Sokakları, evleri, şehri içinde hissetti. Şehirle nefes aldığını…
Sevindi…

Yazmak veya yazmamak...




İnsan niçin yazar?



İçin için kaynar da ondan... Yazarın ruhudur kaynayan...



Bir volkan gibi duran, bekleyen ve sonra her yanı sarsan ruhuyla gezer dünyada...


Ve dünyadan bir cevap bekler yazar... Çünkü var olmanın yalnızca "yazmak" dilini bilir yazar. Bu yüzden,yalnızlığı, boynuna asılmıştır. Çünkü yazar tam da bu yüzden bir dilsizdir, sıradan insanlar arasında...


Dünyadan bir cevap bekler, bekler, bekler...


Alabildiği cevap genellikle, dünyasının dilini anlamaktan aciz, içleri hasetle dolu, safsız ruhlarıyla dünyaya kıpkırmızı bakan eleştirmenlerden gelir. Onlar, yazarın dilsizliğini sömürür, durur...


Yazmak var olmanın tek şeklidir yazar için. Kendine sığınır, kendinden beslenir,kendini tüketir...


Oysa artık dünyada volkanların devri bitmiştir.


Yazarın dilsizliği en kıyıcı haliyle dikilir karşısına...


Sıradanlıkların suratsız, kişliksiz, renksiz çölünde, sıradanlıkların mürekkepli derebeyliklerinin sancakları dalgalanır...







Başkaldırmanın bile içi boşalmıştır artık...

Yazar kırılır dünyaya...


Sonra ama...


"Hangi dünyadır benim dünyam?" diye...

Kendindendir yazarın öyküsü, kendi bedenindendir,ruhundandır, onda sıradanlık çetelerinin lekesi bulunmaz...

"Üretirim ben! Siz olmasanız da!" der.... Çölde başveren bir ayrık gibi bitiverir aklında bir öykü...

Hayatı kendindendir yazarın... Bırakalım dilsizliğinin yankılarıyla bestelensin öyküleri...

Sevinçle...

Etnik Siyasetin Tarihsici Zaafı




Etnik siyaset görüldüğü kadarıyla hep bir şiddet odağından destek almakta.

Etnik siyaset, İrlanda, İspanya vs de etnik şiddeti, bir “hak müadfaası” olarak meşrulaştırmaya çalıştı. Keza Türkiye örneğinde de , etnik şiddeti, meşru devlet güçlerinin karşısında meşru bir alternatif ordu gibi göstermek etnik siyasetçilerin başlıca gayreti.

Şiddeti meşrulaştırma gayretinin en büyük desteği ise tarihtir. Tarih hem, etnik gruplara ihtiyaç duydukları bir “derinlik” ve anlam verir hem de gösterdikleri şiddet için sürekli haklılaştırma malzemesi sunar. Şiddeti benimseyen etnik gruplarda tarih bir zulüm ve hak ihlalleri manzumesidir, bir ezilmişlik destanıdır.

Tarih etnik şiddetin gelgeç bir hırçınlıktan ziyade kalıcı ve haklı bir eylem olduğu kanaatini yaratmaya çalışır.

Etnik grupların nispeten kapalı yapıları yüzünden etkilendikleri sosyo ekonomik kuram genellikle Marksizmdir. Dolayısıyla Marksizmin tarihsel materyalizmi, tarihsiciliği etnik şiddet için kuvvetli bir destek verir.

Tarihsici anlayışa göre tarih kaderdir aynı zamanda…

Marksist tarih tezi ile etnik gruplar, tarihsel ezilmişliklerinden kurtulmak için tarihin fasit dairesini silahlarıyla kırabileceklerini düşünürler. Yanlış bir bilinçlenmeyle lekeli o ezilmişlik ve zulüm geçmişlerini gerekirse kan dökerek değiştirecek ve kendi tarihlerini yazacaklardır. Etnik şiddetin yayınlarında sürekli çarpıcı,”bilinmeyen”, korkunç, iğrenç baskıların bulunması bu nefret ateşinin kavıdır. Mesaj: “Geçmişte başımıza gelenler gelecekte de gelsin istemiyorsanız, savaşın!”dır.

Tarihin kader kabul edilmesi, tarihin insan üzerinde âmir bir güç olduğu kabulüne dayanır.

Bu bakış gerek etnik grubun gerekse etnik grubun içinde yaşadığı çoğunluğun zihnî, sanatsal, coğrafî değişimlerine karşı kördür. Bu, intikam psikolojisinin kanlı gözleriyle bakmaktır dünyaya.

Bu bakış, Türkiye’nin dört biryanında iş bulan, iş kuran, yerleşen, yıllarca kapalı bir toplumun parçası olduktan sonra piyasayla tanışan insanların yaşadığı köklü değişimleri ısrarla görmemektedir. Tarihsicilik “kin” zehirli sarmaşığını besleyen en münbit topraktır. Tarihsicilik, etnik grubun mensuplarını aslında hiç değişmediklerine, asla değişmeyeceklerine inandırmaya çalışır.

Tarih, eleştirilemez bir kutsal değildir! Tarihin gerçekleşmiş olması onu eleştirel okumamıza engel değildir. Tarih bir “kader belirleyici” değildir.

Tarihî aktörlerin torunlarının değişebileceğini inkâr ederek tarihe müracaat etmek,ona tapınmak demektir. Etnik şiddeti tarihsel, kaçınılmaz bir sonuç gibi gösterenlerle tam da bu yüzden sürdürülebilir bir müzakere sağlamak imkânsızdır.

Tarih bir kin dinamosu olarak kullanılırsa, dedelerimizin hiç bitmemiş hesaplaşmalarını sürdürmek yüzünden insanlığın kendini yok etmesi mukadderdir. Bunun karşıtı “yok saymamak” değildir ama geçmişte yaşamamaktır. Geçmişi sürekli ısıtmak, geçmişle bugünü mukayese etmemek gerçeklere gözlerimizi kapatmaktır ki bu tavır hiçbir ahlâkî gerekçe ile açıklanamaz.

Ülkemizin batısında kendi bildiklerince yaşayan Kürt kökenli yurttaşlarımızı geçmişin korkularıyla gütmeye çalışmak her şeyden önce ahlâkî değildir. Çünkü kini, öfkeyi, onların tercihleri üzerinde ipotek olarak kullanmak demektir. Kine dayalı bir “siyaset” kurmağa çalıştığınızda kindar cevaplarla karşılaşmanız kaçınılmazdır.

Tarihi şaşmaz bir yol gösterici saymak, yolu bulmak sorumluluğundan kaçmak demektir. Kararı daima insan verir, tarih değil! Karar verebilmek, kaçınılmazlara esir olmamak demektir. Ama karar vermek sorumluluğunu tarihe yıkmak kaçınılmazlık fasit dairesinde hapsolmak demektir.

13 Ekim 2008 Pazartesi

Aynalar



Ne yalan söyleyeyim filme Kiefer SUTHERLAND’ın hatırına gittim.

Ama pişman olmadım doğrusu.

Öyküsü son derece güzel gelişen ve çarpıcı şekilde biten bir film.

Fotoğraflar grenli dolayısıyla görüntülerde filmi farkında olmadan son derece korkutucu kılan bir gerçeklik var.

Işıklar kesinlikle çok iyi! Bol bol silüetler oluşturarak filmi inanılmaz bir gerilim seviyesinde tutuyor sürekli!

Yapım tasarımına diyecek söz yok! Kapkara bir zenginlik trajedisi halinde sunuluyor Mayflower Mağazası. Yanmış mankenlerin yüzleri her gördüğünüzde karnınıza ağrılar girmesine sebep oluyor.

Müzikler de kesinlikle güzel. Bir kere o çok sık duyduğumuz ama hiç bestecisini bilmediğimiz Andres Segovia’nın Asturia’sı, güzle bir düzenlemeyle bizi daha jenerikte gerilime hazırlıyor.

Kiefer’dan sürekli “24” performansı bekleyenler bence bu filme gitmesin. Kaldı ki aslında gene son derece kırılgan, asabi bir tipi canlandırıyor.

Kısacası “Aynalar” sinemada seyretmeye değer bir film.
Yapım :
2008, ABD / Romanya
Tür :
Gerilim / Korku
Yönetmen :
Alexandre Aja
Senaryo :
Alexandre Aja, Grégory Levasseur
Oyuncular :
Kiefer Sutherland, Paula Patton, Amy Smart, Jason Flemyng, Mary Beth Peil, Erica Gluck, Cameron Boyce, Darren Kent
Yapımcı :
Alexandre Aja, Alexandra Milchan
Görüntü Yönetmeni :
Maxime Alexandre
Müzik :
Javier Navarrete
Süre :
1 saat, 50 dk.

Etiketler:

8 Ekim 2008 Çarşamba

Etnik Ayrılıkçılığın Psikolojisi Ve Yanlışları

Ortada ciddi bir tehdit var.

Bu tehdit etnik ayrılıkçılığın şiddet unsurlarından geliyor. Peki tehdit ne? Tehdit, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bölümünü bir etnik gurubun egemenliğine sokarak, ayırmak.

Meselenin özüne doğrudan girilmeden, “çözüm önerileri” denen şeylerle herhangi bir şey söylenmiş olmadığı gibi ahlâkî olarak da ikiyüzlülük ediliyor.

Herhangi bir çoğunluk içinde kalan farklı gruplar doğal olarak benimsedikleri kimliklerini ifade etmek isteyeceklerdir. Böyle bir ifade talebini reddetmek hukukla bağdaşmaz.

Sorun bir ifade hürriyeti kısıtlamasından ileri şekilde fiziki bir kırım haline geldiği anda söz biter.

Peki Türkiye’de durum böyle midir? Türkiye’de devlet eliyle herhangi bir etnik gruba yönelik fizikî bir kırım icra edilmekte midir? Bin kere hayır! Herhangi bir etnik gruptan herhangi bir vatandaş, ülkemizin istediği her yerinde yerleşebilmekte ve iş edinebilmekte midir? Şüphesiz evet!

Etnik kimlikle siyaset yapma noktasında ise sorulmayan sorular şunlar: Bu talep gerçekte anlamlı bir talep mi? Bölgelerinden seçilerek gelen milletvekillerimizin hangi etnik gruplara mensup oldukları bilinmiyor mu? Hangi milletvekilimizin, siyasetçimizin, etnik aidiyetinden dolayı seçimlere girmesi engellenmiştir? Eğer bu yeterli görülmüyorsa, cevaplanması gereken diğer soru:” “ Türk” milletvekillerinin seçilmelerinde herhangi bir imtiyaz var mıdır?” sorusudur.

Ülkemizde etnik aidiyete yönelik hiçbir resmi tavır yoktur. Arızi tepkiler bu genel durumu değiştirmiyor. Bürokraside pek çok etnik gruptan memurlarımız gayet güzel çalışıyor ve hatta çoğunluğa yönelik bir tepkisellikle istihdamda etnik aidiyeti de gayet rahat kollayabiliyor. Bu sadece bürokraside değil, meslek örgütlerinde de aynı… Bölgelerine dışarıdan gelen meslektaşlarına karşı meslek örgütleri çeşitli bahanelerle engelleyici tutumlar takınabiliyor.

Sorun ve çözüm birbiriyle ilgili ve adil olmalı. Sorun bir fiziki kırım, yok etme politikası değilse çözüm de silahla aranamaz.

Sürekli dillendirilen “asimilasyon” terimi sosyolojiden habersizliğin bir itirafı gibi…

Her ülke belli bir “baskın” kültürü barındırır. Bu doğaldır çünkü devletleşen her toplumda çoğunluğu oluşturan bir grup muhakkak bulunacaktır. “Mikro milliyetçiliklerin”, devletleşerek uluslaşma çabalarının altında yatan şey sadece baskın kültürden kurtulmak değil kendi baskın kültürünün egemen olduğu ve “safsızlıklardan” uzak bir ulus devlet yaratma çabasıdır ki bu bakımdan eski dilde “kavmiyetçilik” denen mikro milliyetçiliklerin devletleşme çabaları ırkçılığa sanıldığından çok daha fazla yakındır.

Nitekim Barzani’nin resmi internet sitesinde çıkan haberlerdeki şu ifadeler bunun delili gibidir*: “…Türk ordusu, yüksek mahkemeleri ve üniversiteleri yeteneksiz ve beceriksiz Balkan devşirmelerinin arpalığı gibidir…” veya "...Türklük’ün etnik sosyal ve kültürel bir oluşum olmadığı biliniyor. Türklük soysuzluktur. Olayları belli bir tarzda yorumlamak ve tek bir biçimmde döşünnmektir. Daha doğrusu düşünmemektir. Türk şahsiyetsizleştirlmiş, içi boşaltılmış, teslim olmuş bireylerden meydana geliyor”

Bu satırlara benzer pek çok ifade güneyimizde “bağımsızlık” devlet olmaya çalışan komşu topluluktan gelmekte…

Sorun etnik mensubiyet ile millet mensubiyeti arasındaki psikolojik farkın ortaya kasıtlı olarak koyulmamasıdır. Zira bir dönemin Hitler hayranı bürokratları haricinde bu memlekette etnik gruplar için Barzani destekçilerinin kullandığı ifadelere benzer ifadeler asla kullanılmamıştır.

Etnik mensubiyet bir kapalı toplum psikolojisidir. Benzeri çağırmak, benzerle bulunmak, farklılığı düşman bilmek psikolojisidir ki büyük şehirlerdeki kıyafet, yaşayış çeşitliliği ile taşra yerleşimlerindeki homojen yaşayış arasındaki fark bunun bir tezahürüdür. Etnik topluluklar, geniş coğrafi yayılım göstermeyen, nüfusça nispeten az ve ırki ve kültürel homojenitesi fazla gruplardır. Dediğimiz gibi etnik grupların devletleşme çabaları “karışma” ve “çözülmeden” korkmanın bir ifadesidir. Keza kuzey Irak’ta Soranice dışındaki Kürt diyalektlerinin yasaklanması bu korkunun nerelere varabileceğinin bir göstergesidir.

Millet mensubiyeti ise soyut bir kavramsallaştırma içerir. Çünkü milletler, geniş coğrafî dağılım gösteren ve bu yüzden ırki açıdan son derece karışık, nispeten büyük nüfuslu ve kültürel açıdan da son derece heterojen olan topluluklardır. Bir millete mensup olmak, belli değerlerin paylaşılmasının verdiği güven ve gurur duygusundan ibarettir. Meselâ “Türk” denildiğinde kafamızda belli bir ırkî tipoloji belirmez. Çünkü “Türk” kimliği içinde sayısız ırktan gelen kalabalık bir nüfus bulunmaktadır. Bu yüzden bir milletin ferdi, kendi varlığını “başkasın” göre tanımlamaz. Onun varlığı ve kimliği kendiliğinden vardır.

Oysa etnik gruplar, kendi varlıklarını sürekli çoğunluğun tehdidi altında hissedip bir “çözülme”, “erime” korkusu içinde yaşarlar. Bu yüzden doğal olarak kendilerinden farklı olana düşmanlık hissedebilirler.

Türkiye’de sürekli var olduğu söylenen “inkâr” ve “asimilasyon” söylemlerinin altındaki psikoloji budur. Bürokrasideki yaygın kadrolaşma bunun tam tersini göstermektedir.

Türkiye’de “inkâr” diye ifade edilen şey esasında, etnik gerilimin, etnik huzursuzluğun toplumda yankı bulmamasıdır. Türk kimliği bin yıllara dayanan varlığının barındırdığı sayısız etnisiteye o kadar aşinadır ki açık bir şiddetle karşılaşmadıkça kendini ifade etmek gereği bile duymaz. Nitekim “Türk’ün” ifade edilişi büyük bir imparatorluğun çökmesi, büyük yenilgiler ve kopuşlardan sonra olmuştur.

Sürekli “asimilasyondan” bahseden etnik ayrılıkçıların, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürtleşmiş Türkmen aşiretleri konusunu bilip bilmediklerini sormak isterim. Sözgelimi Karakeçililer uzun zaman kendilerini Kürt diye bilmiş, sonradan Oğuzların Kayı boyu’ndan olduklarını, Osmanlı Beyliği’nin Güneydoğu Anadolu’da kalan parçaları olduklarını öğrenmişlerdir. Merak edenler her yıl yapılan Ertuğrul Gazi’yi Anma Şenlikleri’nde onları kendi pankartları altında görebilirler. Buradan görülebilir ki toplumlar hem homojen değildir hem de hareketlidir. Etnik ayrılıkçılık bu hareketlilikten ve karışmadan ölesiye korkmaktadır.
Kültürel hareketlilik bir toplumun diğerini kendine benzetmesine yol açabildiği gibi başkasına benzemeye de yol açabilir. Giyim kuşam ve davranış olarak gitgide bir batılı gibi görünmemize rağmen, el öpmek, rahatça kucaklaşmak, durmadan sadaka vermek, sık komşu ziyaretleri,kendimize özgü tasarruf alışkanlıklarımız ( yastık altında altın bulundurmak gibi) bize kendimize ait bir renk vermektedir. O halde hiçbir toplum diğerini tümden eritemez, yok edemez. Bu toplumsal gerçekliği yok saymak, belki çoğunluğa karşı kahramanca bir direniş gibi görünebilir ama kendi azınlık grubunun toplumsal dinamizmini engellemek, kültürel hayatiyetini öldürmek demektir.

Türk kimliği altında ırkî farklılıkların önemsizleşmesi, etnik ayrılıkçıları sürekli ve hırçın bir şekilde ırki farklılığa dayanan bir söyleme itiyor. Bu “önemsizleşme” etnik ayrılıkçılarca bir “inkâr”gibi görülüyor , ayrılık duygusuna toplumsal bir taban yaratmak amacıyla bombalamalara varan tahriklere girişiliyor. Bu yüzden, büyük şehirlerde meydana gelen bombalama olaylarının failleri aranırken bunların gerçekte kimin işine yaradığı serinkanlı düşünülmeli. Bu tip provokasyonlar, farklılıkların uzlaşmaz olduğunu, ayrılma dışında bir uzlaşma olamayacağı fikrini baskın kültür grubuna kabul ettirmek isteyenlerin işidir. Bu tip ir ayrışmayı etnik ayrılıkçılığın hedeflediği açıktır.

Her şeye rağmen toplumda, toplumun yaşattığı kültürün kodların içinde bulunmadığı için maya tutmayan “ötekileştirme” davranışı, etnik ayrılıkçıların “farklılaşma korkularını” çoğunluğa projekte etme çabasıdır.

Buradaki genel yanılgı, milletleşmenin veya kimliğini korumanın tek yolunun “devletleşmek”, “ayrışmak”, olduğu yanılgısıdır.

Oysa devlet size bir millet kimliği sağlayamaz. Olsa olsa belli bir grup insanın “saf” beraberliğinden meydana gelmiş bir bürokrasi yaratabilirsiniz ki bu beraberliğin gerçekte bürokratik elit dışında kimin işine yarayacağı merak konusudur. Milletler haritalarda yaratılmaz. Milletler uzun tarihi tecrübeleri beraber yaşamış, belli bir devlet düzeni ihtiyacını ortaklaşa karşılamış kavimlerin büyük beraberlikleridir. Devleti yaratan bu tip bir büyük heterojen beraberlikse; büyük ihtimalle bir millet ortaya çıkar. Aksi takdirde her köyde bağımsız bir bürokratik teşkilatlanma meydana getirmek de mümkündür ki bu, her köyün bir millet olabileceği anlamına gelmez..

Buraya kadarki analizmiz, milletleşme iddiasıyla ayrılmak isteyen bir etnik grubun söylemlerinin eleştirisine yöneliktir.

İşin siyasi ve hukukî boyutuna gelince, bir ülkede devlet ve toprak bütünlüğü o ülkenin hakim çoğunluğuna dayanır. Bu her ülkede böyledir ve böyle de olmalıdır. Aksi takdirde emniyeti, adaleti ve geçinmeyi temin edemezsiniz. Dolayısıyla farklılıkların kendilerini ifade edebilmesi talepleri de ancak belli bir toprak ve teşkilatlanma bütünlüğünün korunduğu yerlerde anlamlıdır. Farklılıkların ifadesi için emniyetli olan yol, farklılıkları topluluktan fiziken ayırmak değil, farklılıkların varlığının teminat alınması yolunda gayret sarf etmektir. Farklılıkların hukuki teminatı yalnızca çoğunluk iradesinin hukukça sınırlandırılması ile sağlanamaz. Aynı zamanda sistemi, barışçı yollarla tadil etmeyi kesin metot olarak benimsemiş "azınlıkları" da gerektirir. IRA ve ETA sorunlarında çözüme ancak bu örgütler silâh bıraktıktan sonra yaklaşılabilmesi bunun delilidir.

Hukuk ancak farklılıklar varsa canlı tutulabilir. Çünkü hukuk uzlaşmazlıklarla sürekli ateşlenen bir keşif motorudur. Hayek’in dediği gibi “Adalet adaletsizliğin giderilmesidir.” Farklılıkların her birini bağımsız birer birim haline getirdiğinizde, büyük toplum içinde renklerden biri olan o rengin egemen olduğu tek renkli bir birim yaratırsınız ki bu birimde “hukuk” donuklaşır, silikleşir ve hayatiyetini kaybeder. Böyle bir toplumda demokrasi de hayatta kalamaz, faşizm ve onun bütün düşman kardeşleri derhal idareyi ele alır. Keza Kuzey Irak yönetiminin Türkmen nüfusunun, Irak Anayasası’nda ifade edilmemesi için uğraşması, bölgeyi Türk’lerden ve Arap’lardan arındırmaya çalışması, Türkmen emlâkini yağmalaması, belli bir diyalekt dışındakileri yasaklaması bunun hiç de uzak bir hayal olmadığını göstermektedir. Kuzey Irak tecrübesi “homojen” toplum gayretlerinin henüz derinliği tam belli olmayan bir sonucudur ki bu bölgede liberal bir demokrasinin mi kolektivist bir devlet vesayetinin mi hüküm sürdüğü, üzerinde hiç durulmamış bir ayrıntıdır.

Bu yüzden Türkiye’de etnik ayrışma sorununda asıl görev, şiddete karşı tutumunu açık ve net şekilde belirtmesi gereken etnikçi siyasetçilere düşmektedir. Şiddeti bir tehdit aracı olarak kullanarak, “İmralı ile uzlaşılmasını” isteyenler özüne siyaset değil, şiddet sözcülüğü yapmaktadır. Bu yüzden, Kürt kökenli vatandaşlarımızın acil ihtiyacı, şiddetle bağlarını açıkça koparmış, şiddeti bir seçenek olarak benimsemeyen, hürriyeti ve refahı diğer bütün vatandaşlar gibi bu topraklarda ve bu tadil edilebilir devlet çatısı altında geliştirmeye kafa yoran siyasetçilerdir.

*http://www.kerkuk-kurdistan.com/nivisar.asp?ser=3&cep=2

6 Ekim 2008 Pazartesi

Tabansız Liberaller


Fakiri, tahmin etmediği kadar ilgili şekilde takip ettiğini her vesileyle gösteren Derin Düşünce müellifi Suat Bey refikimiz "Genç Siviller" namlı hareket ile ilgili bir yorum yazısında Sevgili Alper AKALIN'a şöyle bir cevap vermiş.

Cımbızla çekilmiş satırlar konusundan şahsen ben de rahatsız olsam da bazı satırların metnin omurgasını teşkil ettiği kanaatindeyim. Suat Bey şöyle diyor:

"....Kötü niyet sezinlemesem de fazlaca naif bir söyleminiz olduğunu söyleyemeliyim. Ülke gerçeklerinden bîhaber bir liberal gibi tepki veriyorsunuz. Siyaset felsefesi ile siyaseti birbirine karıştırıyorsunuz. Tabii sizin görüşünüz ancak bence gerçekçi bir hal değil bu. Bu da benzeri düşüncede olduğunuz liberallerin niçin ülkede bir taban bulamadığının da göstergesi aynı zamanda."

Kalınlaştırdığım bölüm son derece önemli. Demek ki liberaller "genelde" ülke gerçeklerinden" habersizler?


Peki "ülke gerçekleri" neler?


"Ülke gerçekleri "söylemi, görünür sonuçları, kaçınılmaz ve değişmez hakikatler olarak görmenin bir ifadesi.

Meselâ memleketin bir yerinde Kürt'lere kaşrı bir infial gelişmişse bu tek, somut, değişmez ve hatta belirleyici "gerçek"?... Bu "gerçeğin" ardındaki sebepleri, psikolojiyi, manipülasyonları ve Suat Bey'e göre biraz "naif" gelse de felsefeyi düşünmek, "ülke gerçekçilerine" göre tamamen lüzumsuz!


Meselâ İstanbul'da hamal mafyasından, taksici mafyasına kadar her yeri ellerine alan bir takım etnik grupların var olup olmadığına, bu grupların, kültürel çoğunluğa bakışları, etnik grupların iş ve aş bulmak, mülkiyet edinmek, gerçekten sıkıntı yaşayıp yaşamadıklarına, sanayii veya turizm sektörlerinde büyüyüp gelişen müteşebbislerin etnik gruplara mensup olup olmadıklarına, kültürel çoğunluğun ırki ayrımcılık mayası taşıyıp taşımadığına vs. bakılmaksızın bir takım mevcut hadise üzerinden hükme varmak son derece "gerçekçi" oluyor.


Ama mesela "milletin", "kavmin", "kabilenin" ne oldukları, milliyet duygusunun tabiatı, milletin sosyolojik tahlili gibi konuları da daha en baştan "ırkçılık" diye yaftalamak da hümanizm sayılıyor Suat Bey ve arkadaşları tarafından herhalde?..


Hülasa, Suat Bey'in siyaseti bir "taban" ihtiyacına bağlaması, siyasî felsefesizliğimizin, siyasî sığlığımızın semptomlarını ortaya çıkarıyor. Suat Bey'in anlayışında siyaset sadece belli bir tabanın talepleri doğrultusunda oluşturulan ir menfaat dilekçesinden ibaret. Bu anlayıştakilerin elbette liberal bir siyaset felsefesini anlaması zor...


Çünkü liberal anlayışa göre "devlet" denen zor kullanıcı, eğer belli bir felsefe ve onun ilkeleri ile sınırlandırılmazsa, yüzünü vahşete dönüvermeye meyyaldir. Vahşet sadece sopayla kafa kırmak değildir. Vahşet, insan olmamızı sağlayan soyut sınırlayıcılardan uzak şekilde davranmaktır. Stalinizmde dipçikle, sosyal demokraside çoğunluğun talebine dayanarak mülkiyet hakkını çiğneyen devlet bu açıdan aynı vahşeti sergilemektedir.


"....Siyaset felsefesi ile siyaseti birbirine karıştırıyorsunuz...." diyor Suat Bey refikimiz. Demek ki siyaset aslında felsefesiz yapılan biriştir. Keşke geri kalmışlığımızın arkasında bu felsefesizliğin,bu tepkiselliğin yatıp yatmadığını düşünseymiş SuatBey...


Kutsal olan, tabanı elde etmek değil, hakkı ifade etmektir ve liberaller bu ülkeye "ilkeli" olmayı hatırlatmışlardır.


Suat Bey'in liberallerde gördüğü o dik, değişmez duruşu, "gerçekçilikten" uzak bulmasını anlıyorum da bugün eğer hâlâ tadil edilebilir bir devlete sahipsek, malımızın mülkümüzün her güçlü tarafından gasp edilmeyeceği teminatına az çok sahipsek bu tam da Suat Bey'in "naif" bulduğu "Temel haklaırn korunmasına dair güçlü, değişmez" bir bağlılıktan kaynaklanmaktadır.


Liberaller, temel haklarla sınırlandırılmış bir devlet, serbest piyasa konularında "gerçeklerden"bağımsız şekilde dik duruyorlarsa , bu duruşun mu yoksa "gerçeklere" boyun eğen "idare-i maslahatçı" tavrın mı daha ahlâkî olduğunu Suat Bey ve takımına sormak isterim.


Liberaller, siyasetin , ezilip duran "tabanlara" değil ilkelere dayanması gerektiğini söylediklerinde belki idare-i maslahatçı gerçekçilere göre "hayalci" kalıyorlar ama en azından kimseyi ezmediklerini bilmenin rahatlığın yaşıyorlar.

Resimde "Güç yozlaştırır, mutlak güç, mutlaka yozlaştırır!" diyen İngiliz düşünür, Lord Acton görülüyor.




Sen Geçerken Bu Sokaktan

Aşk unutulur mu acep?.
….

Çay ocağın sokağa taşan taburelerinde oturup kitap okumayı severim. Bakmayın okur yazar görünmek hevesime o da vardır elbet ama bir talebelik alışkanlığıdır bu benimkisi. Parasız günlerin hatırasına sarılmaktır…

Bazen düşünüyorum acaba orada oturunca tanıdıklara mı rastlayacağımı mı sanıyorum? Yahut da birinin ben hatırlayacağını? “Sen serseri günlerinde de burada oturmaz mıydın?” diye sormasını?..

Her havanın ayrı güzelliği vardır burada… Sıcaklarda caddenin insan esintisi serinletir gönlümü. Güz serinliğinde insan sokulganlığıyla ısınır içim… Severim, karıkocaların kol kola girip birbirlerine sokularak yürümesini öyle havalarda…

Hani zaman geçer, ümitler söner diye düşünebilir insan ama, ümit değil mi bizi hayata bağlayan? Hiç gelmeyecek tanıdıkların kahkahaları sanki rüzgârla savrulur hâlâ. . Bu bile kımıldatır içimi. Ben kitapları aslında onarlın hayaline okurum. Şiirleri onlar için mırıldanırım. Herkesin itikadı kendine ben de bilirim ki dostlar muhakkak işitir sesimi, soluğumu, şiirin kımıltısını…

Gene öyle içim usul usul kaynarken gök altın sarısı bir güz parlaklığıyla akşama dönüyordu… Karşı dükkânda bir kıpırtı kaptı gözüm. Kapın hemen yanındaki yeni çıkanlar rafında bir kıpırtı. Bir dik duruş, kararlı bir tutuş, bir beyaz berenin altından omuzlara dökülen, içinde çokça gümüşlü altın saçlar… Neredeyse hastalıklı bir solgunluk, bu tende ziyadesiyle melûl o iri gözler…

Ellerini bir türlü hatırlayamıyordum ki kıyaslayayım…
….

Düşün ki ilk gençlik çağlarındasın…. Memleketinden uzaktasın, yaralısın… O yaşın yarası olmaz sanmayasın…

Düşün ki her şarkıyı onun için dinliyorsun, her türküyü onun için söylüyorsun. Düşün ki en mutlu anların, seni sevmediğini bilsen de yüzüne bakıp da güldüğü anlardır… Yol boyunca dizili kötü, kör lâmbaların ışıkları sulandırırken geceyi… Başı öne eğik de olsa dik, emin yürüyüşünü görmektir sana güç veren…

….

Bardağı koydum usulca sehpaya. Niye usulca koydum, onu da anlayamadım. Kim düşünür böyle bir zamanda bardağı? İhtiyarlık mıdır bu ?

Dükkânda az ötede durdum ben de, kitaplara bakar gibi yaptım. Beni fark etsin mi etmesin mi bilemedim. Fark etse ne söylerdim? Kitaplara bakar gibi yaklaştım yavaşça.. Burnuma bir sabun kokusu çarptı. Ne tanıdıktı Allah’ım o koku! Nefes almaktan utandım bir an… Saçlarının matlığı içimi ezdi.Parmaklarının boş olup olmadığını göremiyordum, gene utandım… Gönlünün boşluğundan medet umduğum için.

Belki seslenseydim ona… Gülümseyerek bakacaktı bana, hatırlayınca apaydınlık olacaktı solgun yüzü… Hatta belki sarılacaktı boynuma, sakınmasız, sımsıcak

Belki yılların yüklerinden bir yük gibi görecekti…

Belki sırf kasiyerle konuşmasından, sürekli müşteri olduğunu anladığım için yanaşmadım ona… Onu yine kötü, kör lâmbaların ışığında yürürken seyretmek, gittiği yere salimen vardığını görmek için beklediğim gibi beklemek istedim.

…..

Aşk unutulur mu acep?.


Gönlümün anlık parlamalarına düşülen notlardan:

Belki Cehennem, çözümsüzlüklerin, cevapsız soruların mekânıdır. Arayıp bulamamanın ebedîliğidir…

Ve belki cennet hayatın anlamının bütün açıklığıyla anlaşıldığı yerdir. Ve eğer çocuğumuzun elini tutarken seziyorsak hayatın anlamını… Cennet evimizdir? Ve bütün hayatımız bir eve dönüş çabasıdır?

5 Ekim 2008 Pazar




Hangi Ezandır Bu?
Patlama sesi kafasına bir balyoz gibi çarptı.
Patlamanın hemen ardından duvarlar büyük çekiçlerle dövülmeye başladı.
Ayakları buz gibi zemine değdiğine bile uyanamamıştı. Dağ serinliği terli vücudunu tokatladı.
Her yanda bağırışlar uçuşuyordu. Duvarları döven çekiçlerin yanında kırılan camların şangırtısı, pencerelerden içeri dolan vızıltılar dahi hayalini bölemiyordu.
İniltiler, haykırışlar işitiyordu. Rasim eli göğsünde yatıyordu, gözlerinde bir şaşkınlık vardı. Silâhına neden erişemediğini anlayamıyordu sanki. Biri göğsüne oturmuş da nefes almasına mani oluyordu belki… Mırıldanıyordu…
Ramazan’ın bir kolu… Hani her gece ranzadan sarkan kolu.. Hani her gece üstünü üşümesin diye örttükleri Ramazan’ın kolu… Hani daha az evvel kendisine “Özledin değil mi yengeyi, çocukları?” diye sorup da ışıl ışıl gülen ramazan’ın kolu… Yani bir daha annesini hiç saramayacak kolu… Ramazan gene de gülümsüyor muydu ne? Sanki kolsuz bir adamken bile sarabilirmiş gibi annesini… Sanki çoktan sarılmış gibi…
Hasan, silâhına ancak ulaşmış ama köşede sıkışmış kalmış. Beynini döven çekiçler onun olduğu köşeyi kemiriyor. “ Köpoğulları uçaksavar getirmiş len!” diyor. “Köpoğulları?..” Kırıkkaleli genç adam… “Anacığım, babacığım..” diyen… “N’örüyon len?” diyen… Yürürken yolun ortasını tutmakla övünen, gülüşü aydın, az övüngen, çok vefalı Hasan… Hasan “Köpoğulalrı!” diyorsa vardır bir bildiği. Vardır elbet ki göğsünün üstünde koca bir leke varken… Gece kan lekesi siyah görünüyor ya… “Köpoğulları!” diyerek ateşliyor silâhını… Gülüşü aydın, az övüngen, çok vefalı Hasan Çavuç diyorsa vardır, bir bildiği ha! Vardır illâ ki! Tek, başı düşmese göğsüne… Yolun ortasını şavullayıp giden bozkırlı yiğit başı…
“Komutanım!” diye haykırıyor biri… Hâlâ “komutanım!” diyor adam! Cam kırıkları dizleri parçalarken, pencereden üşüşen mermiler patlatacak beyin ararken canların önünden sıfatlar kalkmışken “Komutanım!” diyor Davut… Siirtli bir genç, durmadan çocuklarının resmine bakar… Karsının resmine de bakar elbet ama tenhada… Utangaçtır çabucak kızarır yüzü… Kırık diye Türkçe’si “Kürt” diye dalga geçerler, alınmaz, güler, geçer. Geçen hafta çiğ köfte yaptırdılardı ona… Hayali de Van’a gidip dükkân açmak… “ Van olur abey, iyidir, büyür vallah!” diyordu ya Ramazan’a.. Şimdi “Komutanım!” diye haykırıyor, birine kendini siper etmiş, kenara çekmeye çalışıyor… “Ih!” deyip kalıyor olduğu yerde. Biri hınzırlık etmek için böğrünü dürtmüş gibi… “Ih!” diyor, anlıyorsun ki kurşundur böğrünü dürten… Çünkü onun da izi simsiyah kalıyor, atletinin üstünde bir leke büyüyor… Davut gene de korumak için komutanının üstüne devriliyor.
Selçuk buz gibi bakıyor ileriye. Daha vurulmamış bu da iyi… Hatta… Uçaksavarın yanındaki iki kişiyi yere indirmiş bile. Hayretle bakıyor Selçuk’a… “Bu adam mı geçen gün karakola baklava dağıtıp da “İkincisi yolda len!” diye gülen, oynayan, Kızı Buse’nin resmini öpe öpe doyamayan, kimse bilmez sanarak akrısının resmine sarılıp uyuyan?” diye düşündü. Gece inadına karanlıktı. Bir hilâl vardı ya gökte o gece önü arada bulutlanan… Selçuk kurşun yemedi… Az önce rüyalarını ezen gümbürtüyle ezildi. Bir an varsın Selçuk Çavuş… Sonra bir duvar, kötü, kör bir duvar örtüyor üstünü… Yanında karısıyla kızının resimleri…
Çağlar desen… “Nerede lan bu çocuk?” diye geçirdi aklından… İstanbullu diye pek gırgır geçmişlerdi ya oğlanla… Hani çıtkırıldım, şehir bebesi hesabı ya… Amma hepsinin ağzı açık kalmıştı açık gözlülüğüne… Kaç nöbette zamanında uyandırmıştı milleti. Davut’la itişip dururlardı. “İstanbul’a gelsen len!” diye kızdırırdı Davut’u. “N’apıcan lan Van’ı, Man’ı oğlum! Kum gibi iş kaynıyo Gebze’de , İstanbul’da!” derdi durmadan… Çaktırmadan kollardı. İçlerinde en gençlerdiydi ama “ Saf çocuk bu Davut, keklerler bu garibimi..” derdi, kelli ferli adamlar gibi… Ranzası şimdi yerinde değil!.. Ranzanın başucunda, duvarda bir siyah leke… Bütün hayalleri, hatırları savurmuş, patlatmış bir merminin imzası gibi…
Dışarıdan küfürler geliyor… İçlerinden birini yaka paça sürüklüyor “köpoğulları”… “Hain!” diye bağırıyorlar sürükledikleri genç adama. Yaralı gencin yarasına basıyorlar… Genç Kürtçe küfrediyor işkencecilerine. “Kim ulan bu?” diye düşünüyor bir an… Nöbette o gece… Tabii... Diyarbakırlı Hakkı bu. “Köpoğulları” nereden bildilerse? Öldürmeden epey uğraşıyorşlar… Göğsünün iki yerinden vurulmuş. Sesi boğuk çıkıyor. Öksürüyor, belli ki ciğerlerine kan doluyor. Gene de kafasını kaldırıyor. Kendisine bağıranlara bağırıyor. “Bizim…” diyor arada, ne dediği tam anlaşılmıyor… Bizimdir ha elbet, bizimdir ya… “Köpoğullarından” biri “Yeter lo!” deyip boşaltıyor şarjörünü Diyarbakırlı Hakkı’nın göğsüne…
Pencerenin yanından kafasını çıkarıyor karanlıktan daha karanlık ne görürse ona nişan alıyor. Nişan aldıkları da kan gibi... Gece mavisine bulanmış kan gibi…
Duvarlar unufak oluyor, kulağının dibinde… Dizlerini kanatan kırık camlardan ayrı… Böğründe, göğsünde dikenler, namussuz dikenler… Diken nefesini keser mi insanın? “Bilirim ve şahadet ederim ki…” Aapayadın beliriyor ya o “bilgi” gözünde… Dağ karanlığında çakan hain pırıltılardan ayrı ve ne huzurlu… “ …Allahtan başka ilah yoktur..” “ Ezan mı okuyor biri? Vakit namaz vakti midir? Kim okuyorsa güzel okuyor ezanı…” Yanıbaşında Ulu Cami’nin imamı… Gülümseyerek okuyor kulağına ezanı. “Doğanların kulağına okunmaz mı ki ezan?” diye soruyor imama… Hani beş yıl evvel öldüğünde şehrin yarısının arkasından ağladığı imam….
Gözleri ağırlaşıyor, o takırtılar da uzaklaşıyor kulaklarından… Bakıyor, yanıbaşında beliriveriyor arkadaşları. Yüzlerinde gençliğin parlaklığıyla… “Yeniden doğmuş gibi…”

1 Ekim 2008 Çarşamba



Hava Ne Güzeldi!..
Kimse kimsenin yasını tutmaz bu dünyada. Keşke tutsaydı... Belki onlar tutar ama benim yasımı?
Kim bilir?
Hava ne güzeldi Allah’ım! Bulutsuzdu ki içim ısınıyordu. Bir başka güzel, güzeldi işte….

Elim boşa gittiydi, , elimin boşa gittiğine hiç bu kadar sevinmemiştim..
….

Beşiktaş’ta iskelede oturmuştum, , çay içiyordum. Böyle güzel havalarda insan kendini hep iyi bir insan sanır. Kötülükler buharlaşır, gider. Çay demlidir, karabonatlıdır, dilini burar.. Miden ekşir ama katlanırsın.
Zaten hayat karbonatlı çay gibidir. En azından benim gibiler için böyledir. Sahtedir, anlayacağınız. Zorlamadır rengi...
O gün iskelede oturan genç sevgililere baktım. Saflıklarından utandım. Gözümü de alamadım… Ne ışıltıydı Ya Rabbi’m gözlerindeki!

Öyle ortalığa saçılıverince sevinçler falan… İkiyüzlülüğünden utanıyor insan…

Korkaklıktan da kötü bu his, kimse duymasın…

Zora boyun eğmek, zoruyla boyun eğdirmek kemirir insanı… Ne insanlığın kalır ne ışıltın.. Zaten önce gözündeki sevinç ölür, oracıkta. Leşini de kaldıramazsın, yüreğine yük olur.

O yüzden bırakamazsın bu işleri…

Sevincinin yasından geberirsin, , diriltmeye uğraşırsın bir ömür boyu…


Ben bırakmıştım bu işleri… Bıraktığım gündü, o gün. Çayın deminden, güeşin sıcağından tat aldığım ilk gündü. Yaşamaya başladığım ilk gündü.

Kırık Türkçe’li bağırışlar işittiğimde dönüp bakmamıştım bile. Her gün duyduğum kavgalardandı ne de olsa. Hamalı, taksicisi, büfecisi hep aynı adamlara borçluydu ya bu şehirde, neyine dönüp bakacaktım?

“Birazdan susarlar, nasıl olsa..” dedim, susmadılar. İçlerinden biri bağırıp duruyordu. Müşterilerin bazıları tedirgin oldular kalktılar, gittiler.. Gençten bir oğlandı, kara kuru… Etrafa bakıyordu ki insanları nasıl koruttuğunu görmek için…

Sakat adamı iki kilometreden tanırım, herif sakattı… Elindeki makine patladı patlayacaktı…
Neden bilmem yanımdaki gençlerin önüne geçtim. “Kalkın ,gidin!” demedim de, hangi akla uydumsa… Zaten çok geçmedi. Karnıma biri dürter gibi oldu… Önce ne olduğunu anlamadım, sonra… Bir tatlı baş dönmesi, bir gevşeme… Ne güzel yaratmışsın Allah’ım, şu güneşi! Ne parlakmış, ne sarı ne sıcak… Elimi belime attım…
….

Kimse kimsenin yasını tutmaz bu dünyada. Keşke tutsaydı. Belki onlar tutar ama benim yasımı?
Kim bilir? Hava ne güzeldi Allah’ım! Bulutsuzdu ki içim ısınıyordu. Bir başka güzel, güzeldi işte….

Elim boşa gittiydi, , elimin boşa gittiğine hiç bu kadar sevinmemiştim… Hava ne güzeldi Allah’ım, ne güzel!..


 
http://images.google.com.tr/images?q=tbn:5_wY6NgTRp5imM:lvb.net/media/lvb2005/20050112-hayek.jpg