Düşünce Tarlası

20 Ekim 2008 Pazartesi

Kızılay’daki Ev
İnsan bir işi neden sever? Çok düşünmüştüm, bulamamıştım o güne kadar

….
Kızılay’da bir ev vardır. Gri cepheli , Fransız balkonlu, daracık bahçesine iki akasya sığışmış bir apartman…

Eski yazarlardan biri yaşarmış bu evde…

Sağı solu , insanın içini tıkayan binalarla doludur, o dar balkonları ve akasyalarıyla sokağın başında gülerek karşılar sizi.

Ben müteveffa yazarın karısına her ay emekli maaşını götürürüm.

Kulakları biraz ağır işitir, her seferinde bağırmak mecburiyetinde kalırım, her seferinde onun yaşına gelebilirsem hayata onun gibi bağlı kalabilmek isterim.

Elbette yaşlı insanlar aranıp sorulmak ister. Allah’tan oğlu hayırlı bir evlâttır, o da yazardır.

Ama sanırım onun beni sevmesinin en büyük sebebi, kütüphanesine gösterdiğim ilgi oldu.

- Sever misin evlâdım kitap okumayı?
- Severim teyzeciğim…
- Ne güzel! Ceyhun da severdi… Bazı bazı gelip kitaplarını istiyorlar kütüphaneler için falan… Bizim oğlan kendisi korumak istiyor ben dene yapacağımı şaşırdım…
- Belki daha iyi korur.. kütüphane zaten pek fazla kullanılmıyor… Bir benim gibiler…
- Estağurullah evladım o ne demek?
- Yani efendim… Maaş belli.. Öyle ha deyince kitap almak zor.
- Ne zaman istersen al götür oku getir!
- Ama efendim…
- Oğlum bırak Allasen… Çay içer misin, çay?
- Vallahi efendim…
- Otur otur.. Zaten hazırdı…

Konuştuk, konuştuk… Yüzündeki ışıltı herhalde hatıralarının asla kaybolmayacağını bilmektendi. Bana torunlarının resimlerini gösterdi, büyüğü üniversiteye gidecekti, küçüğü orta sondaydı. Onlar için bir oyun konsolu almıştı, hafta sonarlı gelip ninelerinde kalıyorlardı.

Teyze çaya gittiğinde oturduğum yerden sokağa baktım. Akasyaların dalları evi kucaklar gibiydi… Karşı apartmanlar yiyebilecekleri her karış toprağı yiyip sonra beton kusan devler gibi bakıyorlardı bu eve… Sokak durmadan, dinlenmeden, bakmadan , görmeden daha da kötüsü görmek de istemeden akıp giden bir insan selini zapt etmeye çalışıyordu.

Kenarlarında, kadife perdeleriyle devri geçmiş bir asilzade gibi dikilen dar balkon kapısının kanatlarından biri, bu insan dışı kayıtsızlığa dayanamayacakmış gibi kapalıydı.

Yine de evin içinde beklenmedik bir sükûnet hakimdi.

Işık, pencerelerin asil kanatlarına değdikten sonra hoyratlığını bir kenara bırakıyor, sokak sesleri , her köşesi hatıralarla , fotoğraflarla dolu evin dilinden, “konuşmayı” öğreniyorlardı.
- Beklettim evlâdım kusura bakma… İhtiyarlık malum…
- Ben yardım etseydim, çok özür dilerim, daha önce…
- Otur evlâdım otur… Benim kız daha yeni gittiydi, çayı da o demlediydi zaten, efendiden bir kız maşallah, bu devirde bulmak zor, sen evli misin?
- Evliyim efendim ellerinizden öper bir kızımız var, beş yaşında…
- Maşallah! Allah analı babalı büyütsün, bahtını açık etsin evlâdım, ne güzel!
- Teşekkürler, eksik olmayın…
- Evlâdım, sana “evlâdım” diyip duruyorum ama, kızmıyorsun inşallah?
- Estağfurullah efendim…
- Sağolasın… Evlâdım.. Gene dedim, kusura bakmayasın…Bu dünyada bir insanı iki şey mesut eder…

Uzun zamandır duymadığım bir kelimeyi kullanması hoşuma gitmişti. Evin bütün hatıralarına sinmiş o kabullenişini ne güzel ifade ediyordu.. “Mesut”… Ferin ve sarsılmaz bir inancın, derin ve dile gelmez bilgisiydi bu…

- Gülümsedin, hayırdır, ne hoşuna gitti?
- “Mesut” dediniz de efendim… Uzun zamandır işitmemiştim, ondan…
- Hahahaha! Kaybolan paranı bulmak gibi mi?
- Vallahi daha iyi tarif edilemezdi…
- Evet canım, evet… Öyledir. Ne diyordum?
- “İnsanı iki şey mesut eder”, diyordunuz…
- Evet.. Biri eştir, öbürü iş! Hatta ikincisinin daha fazla mesut ettiği de söylenir ya!...
- Belki onu bulmak daha zordur da ondan?
- Aferin be! Vallahi zeki çocukmuşsun! Çayın bitti mi?
- Bitti ama lütfen.. Sohbeti kesmeyelim…
- Ah canım! Yahu senin kimin kimsen yok mu evlâdım? Kikirik bir karının sohbetine muhtaç kalmışsın?
- Estağfurullah efendim! O ne kelime!? ..

Bütün nezaket malumatım, şaşkınlığım karşısında eriyip gitmişti. Başka biri söylese bunamaktan mütevellit bir kontrol kaybı diyebilirdim ama kendisiyle dalga geçebilecek kadar aklı başında bu olgun insan kendimden utanmama sebep olmuştu.

- Utanma çocuğum! Kişi kendini bilmeli! İhtiyarlık başa beladır, hem kişinin başına hem çocuklarının başına! Ben yaşadım, yaşayacağımı… Ceyhun rahmetli de mesuttu, bunu bilmek içimi rahatlatıyor. Sevdi, sevildi, yazdı, konuştu… Erkek milleti hiç büyümez evlâdım aklında bulunsun, hep methedilmek ister, hep pohpohlanmak… Bazıları hak ederek ister bunu, bazıları da etmeden… Dedim ya, insanın işi, kendisini eşinden fazla mutlu edebilir diye… Bazısı bunu kıskanır… Kıskanmak da hamlıktır… Seviyorsan sevdiğinin saadetini istemez misin? Elbet ister! O zaman onun derdini, tasasını, neşesini, paylaşmak icap etmez mi? Diyeceksin ki niye tek taraflı olsun bu? Öyledir de ondan! Siz erkelerin hamlığını ancak biz kadınların “analığı” kabullenir, inceltir. Bunun için de kişi işini sevmeli.. İşini sevmeyen adam mesut olamaz evlâdım…
- İyi de efendim, herkes sevdiği işi yapamıyor ki?
- Ah benim güzel evlâdım kaçımız gerçekten sevdiğimiz eşlere varıyoruz peki?
- Özür dilerim, anlayamadım?
- Yavrum… Sevmek, öğrenilen bir şeydir. Gayret ister. Sen, bu işi sevmiyorsun, değil mi?
- Yani şey…
- Eveleyip geveleme evlâdım ben emekli öğretmenim…Kimin işini sevmediğini yüz metreden anlarım! Sen zaten işinin sevilecek bir şey olmadığını düşünerek işe başlamışsın! Doğru mu?
- Yani.. Evet…
- Niye? Ayak işidir, diye mi? Çok kazandırmıyor, diye mi? Yoksa sıradan olduğundan mı?
- Belki de hepsi?
- Peki güzel yavrum… Hiç düşündün mü benim gibi evlerine maaşlarını götürdüğün ihtiyarların, ahir ömürlerinde görecekleri bir iki kişiden biri olabileceğini? Onarlın seni kapıda yarım dakika gördüklerinde yüzlerinden geçen tebessümü fark ettin mi hiç? Kim bilir kaç tanesi çaya davet etmiştir seni, sende hayırsız evlâtlarının kokusunu aramıştır?

Ne diyeceğimi şaşırmıştım, teyze doğru söylüyordu. Yutkundum, gözlerimin nemlendiğini belli etmemek için başımı öne eğdim.

- Sen hiç yürürken etrafına bakar mısn?
- Çok zaten işim gereği…
- Bırak işi evlâdım.. Bak bu sokakta bu ev gibi ne kadar azı kaldı…
- Fark ettim..
- Yaaa! O evleri yıkmak için , içlerindeki ihtiyarların ölmelerini bekliyorlar. Sen onarlın kapısını her çaldığında “Bu şehirde ben de varım!” diyorlar, seviniyorlar. İşinin manasını düşünmezsen evlâdım, sevmeyi de öğrenemezsin… İşine mana katacak olan da senden başkası değil… çok konuştum, değil mi? Kusura bakma…

Evet.. konuştuk, konuştuk, konuştuk.Onlarca kitap aldım, okudum ondan…

…..

- Vefat etti o, postacı bey…
- Öyle mi? Çok üzüldüm.. Başınız sağolsun..
- Dostlar sağolsun…

Gittim bir ara sokağa saptım ,alçak bir duvarın üstüne oturup ağladım.

İnsan bir işi neden sever? Çok düşünmüştüm, bulamamıştım o güne kadar…

4 Comments:

  • Merhaba Afşar Bey,
    Ankara'da bulunduğum 10 küsur sene içinde Kızılay'ın arka sokaklarındaki (Tunalı'ya doğru giden Büklüm sokak, Tunus'u kesen küçük sokaklar gibi) eski evler gözüme hep güzel göründü. Arada bir buraları gezerim-evleri tek tek inceler, buralarda kimler yaşıyor, yaşamış, o duvarlarda nelerin sedâsı aksediyor düşünürüm. Hikâyeniz bana o evlerin birinde böyle bir hikâyenin yaşanmış olması gerektiğini düşündürdü. Elinize sağlık..

    Fakat o evler, yavaş yavaş terkediyor bizi. İçlerindeki anılarla birlikte birer birer toza dönüşüyorlar. Bunun gibi nice hikâyeye şâhit olan kırmızı tuğlaları, Ankara'nın dış mahallelerindeki moloz çöplüklerine o hikâyelerle birlikte atılıp gidiyor. Ve eski evler, yerlerini laminant parkeli, barbekülü, L salonlu daireleri olan beton külçelerine bırakarak kayboluyor.

    O evleri hatırladığınız için tekrar teşekkür ederim, kaleminiz ve kağıdınız boş kalmasın.

    By Anonymous Adsız, at 8:17 ÖS  

  • Yaren Bey,
    İlginize çok teşekkürler.

    Hikâyede yer alan fotoğraf, hikâyeye ilham kaynağı olan evin fotoğrafıdır.

    Ankara'yı çocukluk hatıralarımızn şirin şehri yapan şeyin o evler olduğunu yeni yeni anlıyorum ben de...

    Güzel dilekleriniz içm çok teşekkür ediyor, her zaman bekliyorum. Sağlıcakla kalınız.

    By Anonymous Adsız, at 8:36 ÖS  

  • çok güzel yazmışsınız. elinize sağlık

    eski evler ve yorgun yüzler bana da çok dokunur, insan "kimler, neler yaşadı buralarda" diye düşünmeden edemiyor...

    By Anonymous Adsız, at 11:47 ÖÖ  

  • Eskiden ruhumuzdan verirdik evlerimize,şimdi ruhlarımızı çekiyoruz ellerinden...

    O beton sakatlığı bundandır herhal?

    By Anonymous Adsız, at 3:09 ÖÖ  

Yorum Gönder

<< Home


 
http://images.google.com.tr/images?q=tbn:5_wY6NgTRp5imM:lvb.net/media/lvb2005/20050112-hayek.jpg