Düşünce Tarlası

8 Ekim 2008 Çarşamba

Etnik Ayrılıkçılığın Psikolojisi Ve Yanlışları

Ortada ciddi bir tehdit var.

Bu tehdit etnik ayrılıkçılığın şiddet unsurlarından geliyor. Peki tehdit ne? Tehdit, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bölümünü bir etnik gurubun egemenliğine sokarak, ayırmak.

Meselenin özüne doğrudan girilmeden, “çözüm önerileri” denen şeylerle herhangi bir şey söylenmiş olmadığı gibi ahlâkî olarak da ikiyüzlülük ediliyor.

Herhangi bir çoğunluk içinde kalan farklı gruplar doğal olarak benimsedikleri kimliklerini ifade etmek isteyeceklerdir. Böyle bir ifade talebini reddetmek hukukla bağdaşmaz.

Sorun bir ifade hürriyeti kısıtlamasından ileri şekilde fiziki bir kırım haline geldiği anda söz biter.

Peki Türkiye’de durum böyle midir? Türkiye’de devlet eliyle herhangi bir etnik gruba yönelik fizikî bir kırım icra edilmekte midir? Bin kere hayır! Herhangi bir etnik gruptan herhangi bir vatandaş, ülkemizin istediği her yerinde yerleşebilmekte ve iş edinebilmekte midir? Şüphesiz evet!

Etnik kimlikle siyaset yapma noktasında ise sorulmayan sorular şunlar: Bu talep gerçekte anlamlı bir talep mi? Bölgelerinden seçilerek gelen milletvekillerimizin hangi etnik gruplara mensup oldukları bilinmiyor mu? Hangi milletvekilimizin, siyasetçimizin, etnik aidiyetinden dolayı seçimlere girmesi engellenmiştir? Eğer bu yeterli görülmüyorsa, cevaplanması gereken diğer soru:” “ Türk” milletvekillerinin seçilmelerinde herhangi bir imtiyaz var mıdır?” sorusudur.

Ülkemizde etnik aidiyete yönelik hiçbir resmi tavır yoktur. Arızi tepkiler bu genel durumu değiştirmiyor. Bürokraside pek çok etnik gruptan memurlarımız gayet güzel çalışıyor ve hatta çoğunluğa yönelik bir tepkisellikle istihdamda etnik aidiyeti de gayet rahat kollayabiliyor. Bu sadece bürokraside değil, meslek örgütlerinde de aynı… Bölgelerine dışarıdan gelen meslektaşlarına karşı meslek örgütleri çeşitli bahanelerle engelleyici tutumlar takınabiliyor.

Sorun ve çözüm birbiriyle ilgili ve adil olmalı. Sorun bir fiziki kırım, yok etme politikası değilse çözüm de silahla aranamaz.

Sürekli dillendirilen “asimilasyon” terimi sosyolojiden habersizliğin bir itirafı gibi…

Her ülke belli bir “baskın” kültürü barındırır. Bu doğaldır çünkü devletleşen her toplumda çoğunluğu oluşturan bir grup muhakkak bulunacaktır. “Mikro milliyetçiliklerin”, devletleşerek uluslaşma çabalarının altında yatan şey sadece baskın kültürden kurtulmak değil kendi baskın kültürünün egemen olduğu ve “safsızlıklardan” uzak bir ulus devlet yaratma çabasıdır ki bu bakımdan eski dilde “kavmiyetçilik” denen mikro milliyetçiliklerin devletleşme çabaları ırkçılığa sanıldığından çok daha fazla yakındır.

Nitekim Barzani’nin resmi internet sitesinde çıkan haberlerdeki şu ifadeler bunun delili gibidir*: “…Türk ordusu, yüksek mahkemeleri ve üniversiteleri yeteneksiz ve beceriksiz Balkan devşirmelerinin arpalığı gibidir…” veya "...Türklük’ün etnik sosyal ve kültürel bir oluşum olmadığı biliniyor. Türklük soysuzluktur. Olayları belli bir tarzda yorumlamak ve tek bir biçimmde döşünnmektir. Daha doğrusu düşünmemektir. Türk şahsiyetsizleştirlmiş, içi boşaltılmış, teslim olmuş bireylerden meydana geliyor”

Bu satırlara benzer pek çok ifade güneyimizde “bağımsızlık” devlet olmaya çalışan komşu topluluktan gelmekte…

Sorun etnik mensubiyet ile millet mensubiyeti arasındaki psikolojik farkın ortaya kasıtlı olarak koyulmamasıdır. Zira bir dönemin Hitler hayranı bürokratları haricinde bu memlekette etnik gruplar için Barzani destekçilerinin kullandığı ifadelere benzer ifadeler asla kullanılmamıştır.

Etnik mensubiyet bir kapalı toplum psikolojisidir. Benzeri çağırmak, benzerle bulunmak, farklılığı düşman bilmek psikolojisidir ki büyük şehirlerdeki kıyafet, yaşayış çeşitliliği ile taşra yerleşimlerindeki homojen yaşayış arasındaki fark bunun bir tezahürüdür. Etnik topluluklar, geniş coğrafi yayılım göstermeyen, nüfusça nispeten az ve ırki ve kültürel homojenitesi fazla gruplardır. Dediğimiz gibi etnik grupların devletleşme çabaları “karışma” ve “çözülmeden” korkmanın bir ifadesidir. Keza kuzey Irak’ta Soranice dışındaki Kürt diyalektlerinin yasaklanması bu korkunun nerelere varabileceğinin bir göstergesidir.

Millet mensubiyeti ise soyut bir kavramsallaştırma içerir. Çünkü milletler, geniş coğrafî dağılım gösteren ve bu yüzden ırki açıdan son derece karışık, nispeten büyük nüfuslu ve kültürel açıdan da son derece heterojen olan topluluklardır. Bir millete mensup olmak, belli değerlerin paylaşılmasının verdiği güven ve gurur duygusundan ibarettir. Meselâ “Türk” denildiğinde kafamızda belli bir ırkî tipoloji belirmez. Çünkü “Türk” kimliği içinde sayısız ırktan gelen kalabalık bir nüfus bulunmaktadır. Bu yüzden bir milletin ferdi, kendi varlığını “başkasın” göre tanımlamaz. Onun varlığı ve kimliği kendiliğinden vardır.

Oysa etnik gruplar, kendi varlıklarını sürekli çoğunluğun tehdidi altında hissedip bir “çözülme”, “erime” korkusu içinde yaşarlar. Bu yüzden doğal olarak kendilerinden farklı olana düşmanlık hissedebilirler.

Türkiye’de sürekli var olduğu söylenen “inkâr” ve “asimilasyon” söylemlerinin altındaki psikoloji budur. Bürokrasideki yaygın kadrolaşma bunun tam tersini göstermektedir.

Türkiye’de “inkâr” diye ifade edilen şey esasında, etnik gerilimin, etnik huzursuzluğun toplumda yankı bulmamasıdır. Türk kimliği bin yıllara dayanan varlığının barındırdığı sayısız etnisiteye o kadar aşinadır ki açık bir şiddetle karşılaşmadıkça kendini ifade etmek gereği bile duymaz. Nitekim “Türk’ün” ifade edilişi büyük bir imparatorluğun çökmesi, büyük yenilgiler ve kopuşlardan sonra olmuştur.

Sürekli “asimilasyondan” bahseden etnik ayrılıkçıların, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürtleşmiş Türkmen aşiretleri konusunu bilip bilmediklerini sormak isterim. Sözgelimi Karakeçililer uzun zaman kendilerini Kürt diye bilmiş, sonradan Oğuzların Kayı boyu’ndan olduklarını, Osmanlı Beyliği’nin Güneydoğu Anadolu’da kalan parçaları olduklarını öğrenmişlerdir. Merak edenler her yıl yapılan Ertuğrul Gazi’yi Anma Şenlikleri’nde onları kendi pankartları altında görebilirler. Buradan görülebilir ki toplumlar hem homojen değildir hem de hareketlidir. Etnik ayrılıkçılık bu hareketlilikten ve karışmadan ölesiye korkmaktadır.
Kültürel hareketlilik bir toplumun diğerini kendine benzetmesine yol açabildiği gibi başkasına benzemeye de yol açabilir. Giyim kuşam ve davranış olarak gitgide bir batılı gibi görünmemize rağmen, el öpmek, rahatça kucaklaşmak, durmadan sadaka vermek, sık komşu ziyaretleri,kendimize özgü tasarruf alışkanlıklarımız ( yastık altında altın bulundurmak gibi) bize kendimize ait bir renk vermektedir. O halde hiçbir toplum diğerini tümden eritemez, yok edemez. Bu toplumsal gerçekliği yok saymak, belki çoğunluğa karşı kahramanca bir direniş gibi görünebilir ama kendi azınlık grubunun toplumsal dinamizmini engellemek, kültürel hayatiyetini öldürmek demektir.

Türk kimliği altında ırkî farklılıkların önemsizleşmesi, etnik ayrılıkçıları sürekli ve hırçın bir şekilde ırki farklılığa dayanan bir söyleme itiyor. Bu “önemsizleşme” etnik ayrılıkçılarca bir “inkâr”gibi görülüyor , ayrılık duygusuna toplumsal bir taban yaratmak amacıyla bombalamalara varan tahriklere girişiliyor. Bu yüzden, büyük şehirlerde meydana gelen bombalama olaylarının failleri aranırken bunların gerçekte kimin işine yaradığı serinkanlı düşünülmeli. Bu tip provokasyonlar, farklılıkların uzlaşmaz olduğunu, ayrılma dışında bir uzlaşma olamayacağı fikrini baskın kültür grubuna kabul ettirmek isteyenlerin işidir. Bu tip ir ayrışmayı etnik ayrılıkçılığın hedeflediği açıktır.

Her şeye rağmen toplumda, toplumun yaşattığı kültürün kodların içinde bulunmadığı için maya tutmayan “ötekileştirme” davranışı, etnik ayrılıkçıların “farklılaşma korkularını” çoğunluğa projekte etme çabasıdır.

Buradaki genel yanılgı, milletleşmenin veya kimliğini korumanın tek yolunun “devletleşmek”, “ayrışmak”, olduğu yanılgısıdır.

Oysa devlet size bir millet kimliği sağlayamaz. Olsa olsa belli bir grup insanın “saf” beraberliğinden meydana gelmiş bir bürokrasi yaratabilirsiniz ki bu beraberliğin gerçekte bürokratik elit dışında kimin işine yarayacağı merak konusudur. Milletler haritalarda yaratılmaz. Milletler uzun tarihi tecrübeleri beraber yaşamış, belli bir devlet düzeni ihtiyacını ortaklaşa karşılamış kavimlerin büyük beraberlikleridir. Devleti yaratan bu tip bir büyük heterojen beraberlikse; büyük ihtimalle bir millet ortaya çıkar. Aksi takdirde her köyde bağımsız bir bürokratik teşkilatlanma meydana getirmek de mümkündür ki bu, her köyün bir millet olabileceği anlamına gelmez..

Buraya kadarki analizmiz, milletleşme iddiasıyla ayrılmak isteyen bir etnik grubun söylemlerinin eleştirisine yöneliktir.

İşin siyasi ve hukukî boyutuna gelince, bir ülkede devlet ve toprak bütünlüğü o ülkenin hakim çoğunluğuna dayanır. Bu her ülkede böyledir ve böyle de olmalıdır. Aksi takdirde emniyeti, adaleti ve geçinmeyi temin edemezsiniz. Dolayısıyla farklılıkların kendilerini ifade edebilmesi talepleri de ancak belli bir toprak ve teşkilatlanma bütünlüğünün korunduğu yerlerde anlamlıdır. Farklılıkların ifadesi için emniyetli olan yol, farklılıkları topluluktan fiziken ayırmak değil, farklılıkların varlığının teminat alınması yolunda gayret sarf etmektir. Farklılıkların hukuki teminatı yalnızca çoğunluk iradesinin hukukça sınırlandırılması ile sağlanamaz. Aynı zamanda sistemi, barışçı yollarla tadil etmeyi kesin metot olarak benimsemiş "azınlıkları" da gerektirir. IRA ve ETA sorunlarında çözüme ancak bu örgütler silâh bıraktıktan sonra yaklaşılabilmesi bunun delilidir.

Hukuk ancak farklılıklar varsa canlı tutulabilir. Çünkü hukuk uzlaşmazlıklarla sürekli ateşlenen bir keşif motorudur. Hayek’in dediği gibi “Adalet adaletsizliğin giderilmesidir.” Farklılıkların her birini bağımsız birer birim haline getirdiğinizde, büyük toplum içinde renklerden biri olan o rengin egemen olduğu tek renkli bir birim yaratırsınız ki bu birimde “hukuk” donuklaşır, silikleşir ve hayatiyetini kaybeder. Böyle bir toplumda demokrasi de hayatta kalamaz, faşizm ve onun bütün düşman kardeşleri derhal idareyi ele alır. Keza Kuzey Irak yönetiminin Türkmen nüfusunun, Irak Anayasası’nda ifade edilmemesi için uğraşması, bölgeyi Türk’lerden ve Arap’lardan arındırmaya çalışması, Türkmen emlâkini yağmalaması, belli bir diyalekt dışındakileri yasaklaması bunun hiç de uzak bir hayal olmadığını göstermektedir. Kuzey Irak tecrübesi “homojen” toplum gayretlerinin henüz derinliği tam belli olmayan bir sonucudur ki bu bölgede liberal bir demokrasinin mi kolektivist bir devlet vesayetinin mi hüküm sürdüğü, üzerinde hiç durulmamış bir ayrıntıdır.

Bu yüzden Türkiye’de etnik ayrışma sorununda asıl görev, şiddete karşı tutumunu açık ve net şekilde belirtmesi gereken etnikçi siyasetçilere düşmektedir. Şiddeti bir tehdit aracı olarak kullanarak, “İmralı ile uzlaşılmasını” isteyenler özüne siyaset değil, şiddet sözcülüğü yapmaktadır. Bu yüzden, Kürt kökenli vatandaşlarımızın acil ihtiyacı, şiddetle bağlarını açıkça koparmış, şiddeti bir seçenek olarak benimsemeyen, hürriyeti ve refahı diğer bütün vatandaşlar gibi bu topraklarda ve bu tadil edilebilir devlet çatısı altında geliştirmeye kafa yoran siyasetçilerdir.

*http://www.kerkuk-kurdistan.com/nivisar.asp?ser=3&cep=2

3 Comments:

  • Merhaba Afşar Bey,
    Bunlar tarihte İngilizlerin maşası oldukları gibi,şimdilerde de ABD maşası olduklarından,kendi akıllarıyla düşünmelerini bekleyemezsiniz."Aklın yolu birdir" bunlara çalışmaz.Temenniler kar etmez.Biz paçamızı nasıl kurtaracağımıza kafa yormalıyız bence.Selamlar

    By Anonymous Adsız, at 4:50 ÖS  

  • Hoşgeldiniz Selen hanım, işin özünü belirtmişsiniz, fazla söze ne hacet. Sağlıcakla kalın.

    By Anonymous Adsız, at 6:27 ÖS  

  • Selcen Hanım isminizi yanlışyazdığım için özür dilerim.

    By Anonymous Adsız, at 6:28 ÖS  

Yorum Gönder

<< Home


 
http://images.google.com.tr/images?q=tbn:5_wY6NgTRp5imM:lvb.net/media/lvb2005/20050112-hayek.jpg